31 Ağustos 2009 Pazartesi

Bully

Futbolun spordan cok daha fazlasını ifade ettiği günümüzde, artık futbolcuların bütün kariyerlerini yetiştikleri ya da meşhur oldukları kulüpte geçirmeleri çok rastlanan bir durum değil. Maldini, Raul, Gerrard, Del Piero, Zanetti, Totti gibi isimler takımlarında kalarak bu saygınlığı elde etmiş ve futbolun daha temiz tarafında kalmayı başarabilmiş nadir oyunculardan birkaçı. Bizim birazdan hikayesini okuyacağımız oyuncu ise, yukarıda saydığımız isimler gibi dünyaca ünlü kulüplerde oynamamasına ve büyük takımlardan pek çok teklif almasına rağmen kulübünü terk etmemiş bir isim; “Steve Bull”.

1965 yılında Tipton'da dünyaya gelen İngiliz oyuncu, futbola da doğduğu şehrin takımı Tipton Town'da başlar. Takımın menajeri Sid Day, aynı zamanda West Bromwich Albion için futbolcu izleyen bir yetenek avcısıdır. Sid Day'in tavsiyesi ile Steve Bull, West Bromwich Albion'un yolunu tutar. Burada geçen 2 yıl içerisinde çok fazla forma şansı bulamaz genç golcü. Takımın da küme düşmesi ile WBA, Bull'u Wolverhampton Wanderers'a satar. Bull'un hikayesinin başlangıç noktası da işte tam burasıdır.

1987/1988 sezonudur ve Wolverhampton Wanderers 4. Lig'de mücadele etmektedir. Steve Bull ismi de bu sezonla birlikte yavaş yavaş duyulmaya başlanır. Bull sezonu toplam 52 gol ile tamamlar ve Wolves da bir üst lige çıkma başarısı gösterir. Bull da Wolverhampton Wanderers da bununla yetinecek gibi değildir. Wolves 3. ligde de şampiyonluğa erişip bir üst lige adını yazdırırken Bull da sezonu 50 gol ile tamamlar. Steve Bull sadece 2 sezonda 100 golün üstüne çıkar ve bütün dikkatleri üzerine çeker.

“Bully” lakaplı golcü oyuncu, bir 3. lig oyuncusu olarak Ingiltere Milli takımına çagrılır. İskoçya karşısında ilk kez giydiği milli forma ile Hampden Park'da gol atma başarısını da gösterir. Steve Bull 2. ligde de gollerini sıralamaya devam ederken, pek çok ünlü kulübü de kulubün kapısında sıralar. 1990 Dünya Kupası öncesinde aralarında Real Madrid, Barcelona, Liverpool, Manchester United, Aston Villa, Juventus, Ajax gibi takımların da bulunduğu birçok dev Bull için Wolverhampton Wanderers'in kapısını çalar. O zaman için inanılmaz bir rakam teklif edilir golcü oyuncu için. Tam 3,5 milyon pound! Ancak ne Wolves teklifi kabul eder, ne de Bull gideceğim diye arıza çıkarır. Bull sonraki 6 sezon boyunca da takimin en golcü oyuncusu olmayı sürdürür. Bull bir ikinci lig oyuncusu olarak Italya 90'da Bobby Robson'un 22 kişilik İngiltere kadrosunda da yer bulur.

Böyle müthiş bir golcünün en büyük şansızlığı ise, Premier Lig'de, o da West Bromwich Albion'da olmak üzere, sadece bir maça çıkabilmesidir. 1995 ve 1997 yillarında bu şansa çok yaklaşan Wolves Play-offlarda kaybederek Premier Lig hakkını kazanamamış, Bull da çok sevdiği Wolverhampton Wanderers ile Premier Lig'de oynama şansını yakalayamamıştır.

Toplamda 561 kez giydigi Wolverhampton Wanderers forması ile 306 gole imza atarak, kulüp tarihinin en golcü oyuncusu unvanını elinde bulunduran Steve Bull, 87/88 sezonunda attığı 52 gol ile de bir sezon da Wolves forması ile en çok gol atan oyuncu konumunda. Wolves kariyeri boyunca toplam 18 kez hat-trick yapan efsane golcü, efsane oluşunu ise attığı gollerin yanı sıra kulübüne olan bağlılığına da borçlu. 2003 yılından itibaren Molineux tribünlerinden birisi “Steve Bull” adı ile anılırken, Wolves ise Steve Bull'suz da olsa Premier Lig'de mücadele ediyor artik.

Stereotyped From Enes Özbey

Legend; Dražan Jerković

Yaşlı kesimin yoğunluklu bulunduğu kahvehanelere uğrayıpta eski dünya kupası muhabbetlerinde adını duyduğunuz yegane isimler vardır. Bunlardan biri de Jerkovicdir. İddia ediyorum, bu kahvehanelerde oluşturulmuş efsanevi 11'ler arasında Jerkovic yoksa muhabbete girizgah yapın, onların hafızalarını tazelemeye çalışın. Çünkü futbol sahaları 1.90'lık boyuna rağmen onun gibi hızlı bir "kuleyi" görmedi.

Google Translate sayesinde Dinamo Zagreb forumlarında "Radyoda maç sırasında ismi duyulduktan üç saniye sonra golü atan futbolcu" olarak geçse de, Drazan Jerkovic'in futbol hikayesi her balkan ya da Doğu Avrupa ülkesi futbol oyuncuları hikayesine benzer. Çünkü o da savaş sırasında doğmuş, savaş sırasında ölmüş bir oyuncudur.

Futbol istatistiklerinde var mıdır bilmiyorum. Ancak Jerkovic hem Sırbistan hem Hırvatistan hem de Yugoslavya milli formalarını giyen bir futbolcudur. Üç farklı milli forma, üç farklı milli kimlik yani. Kimlik bölünmesinin bolca yaşandığı o coğrafyada ben artık Yugoslavya forması giymek istiyorum dediğinde ona Hırvatlar "Hain" lakabını takmıştı bile. Belki hırvatları seçse Yugoslavlardan bir gider alacaktı Jerkovic.

Sırf bu durum için bile iki dünya kupası kaçırdı Jerkovic. Dinamo Zagreb ile oynadığı 138 maçta 102 gol atmışlığı var. Bir gol de Hırvatlar'a, bir çalımda Sırplar'a. Gerçi bunlar istatistikten sayılmıyor; sayılmasın zaten.

Nicknames; Ruud Gullit

Futbol sahalarında oynayan herhangi bir esmer oyuncuya "esmer" demenin bile ırkçılık sayılacağını öngördüğümüz halde Ruud Gullit'in lakabının "Il Tulipe Nero"(Kara lale) olduğunu söylediğimizde kavga çıkabilir. Nitekim bu mahlas, Gullit Milan'da oynarken takıldığında Hollandalılar ufak bir tepki vermiş, bunun üzerine Gullit aylık olarak çıkan bir spor dergisine şöyle bir açıklama yapmıştı;

"İnsanlar benim savaşçılığımı bildiği için, bir dönem Versaillis savaşçılarına takılan Kara lale lakabını bana uygun görmüşler. Bu lakabın arkasında benim etnik kökenimle ilgili bir takıntı yok. Ben onlar için savaşmaya devam ediyorum..."

Herşey güzel, hoş; ama ortada Versaillis savaşçıları ya da tarih boyunca kendilerine Kara lale lakabı takılan şövalye de yok.

Koca futbol kariyerini bu lakabın gazıyla yaptıysa komik, hele koca kariyerini güzelleşmesine sebep olan Milano dolaylarındaki taraftarlar yalana sığındıysa daha da komik. Ama Ruud Gullit'in lakabı "Il tulipe Nero" idi; bu değişmez gerçek.

28 Ağustos 2009 Cuma

1 Pound, Ken Bates'in 1982 yılında Chelsea'yi satın alırken ödediği paradır. Şaka gibi, ama gerçek.

Lost Ham United Ep3; Leeds United FC

1960'lı yıllara damga vurup bugün kaybolan birçok takım biliyoruz. Bu bölüm haliyle son bulmaz. Ancak bırakın 60'lı yılları, milenyum'un başında bir hayli başarılı olupta bugün kaybolan bir takımı bulmak zor, üstelik Ada'da bir hayli zor. Çünkü bilhassa Adadaki futbol kulüplerin ekonomik girdi ve teşkilatlanmalarının Avrupadaki birçok kulübe göre taşra şirketi gibi kaldığını görebiliyoruz. Bugün, farz-ı mahal Fransa, İtalya ve İngiltere'den "denk" takımları seçip bunların ekonomik ve sosyo açılımlarını incelediğimizde ortada birçok farklılıklar görüyoruz. Ekonomik yapılanma, altyapı uygulamaları, şirket halleri ve konsorsiyumlar gibi olağanca olmayan birçok farklılıklar bunlar. İşte bu bağlamda Leeds United gibi bir kulübün 2001 yılında Şampiyonlar ligi yarı finali oynadığı halde, bugün neden sportif başarısızlık ve dolayısı ile finansal kayıpları içerisinde olduğunu anlamak zor elbet. Ama açıklanabilir.

Leeds United kulübü 1969 yılındaki ezici şampiyonluğundan sonra, şehrin kulübe ve futbola bakış açısı inanılmaz değişmiştir. Tam bir sene sonra kulüp tüzüğünde olmadığı halde Leeds kulübü İrlanda ve İngiltere'nin farklı yerlerinde altyapı okulları açmaya başlamıştır. Hemen belirteyim, ezeli rakip Manchaster United bile Manchaster dışındaki ailk altyapı okulunu 1989'da açmıştır. Bu örnek bile Leeds United kulübünün altyapıya ne kadar değer verdiğinin kanıtıdır. Nitekim Leeds United kulübü ilerleyen senelerde İngiliz ligine tabiri cazise ambargo koymuş ezici oyun üsütünlüğüne rağmen özellikle 71 ve 72 senesinde Premier ligini akıl almaz hatalarla kaybetmişlerdir. Bu kayıplara rağmen 1973 senesindeki Sunderland'e sattıkları meşhur transferler yani Mattehws, Gill gibi oyuncu kayplarına rağmen 1974 senesinde gelen şampiyonluk tamami ile altyapının bir ürünüdür.

Birçok kişinin bilmediği gibi Eric Cantona'nın gibi bir oyuncuyu tam 16 yaşındayken altyapıya sokup o dönem ailesinin çalışma izni alamadığı gerekçesi ile tekrar Auxerre kulübüne katılmasını sağlayan kulüp Leeds United'dır. Ve o dönem bırakın Fransa'da oyuncu izlemeyi Türkiye'ye gelip Beşiktaş'ın atom karıncası Rıza'yı transfer etmek için girişimlerde bulunmuşlardır.

İngiltere ligi Premier ligi olmadan önce birçok oyuncuyu İngiltere ligi piyasasına çıkaran Leeds kulübü 1988 yılında bir alt lige düşse de tam iki yıl sonra Fowler, Martyn gibi oyuncuları sayesinde tekrar şampiyon olmuş ama derin bir darbe almıştır. Kiralık olarak oynadıkları stadı alma girişimlerinde bulunmuşlar ve buraya akıttıkları 29 milyon pound sayesinde İngiltere dışındaki altyapıları kapatmak zorunda kalmışlardır. Ancak yine de bu onlar için sorun olmamış Rio Ferdinand, Robbie Keane, Hasselbaink, Harry Kewell, Dacourt, Alan Smith, Viduka, Kelly gibi oyuncuları ve dahasını tam drt sene içerisinde Premier ligine kazandırmış ve bu kazanç onları Şampiyonlar liginde yarı finale kadar taşımıştır.

İşte tam bu noktada yani 2000'li yılların başında Leeds kulübünde olan olaylar tam bir muammadır. Kulübe altı yıl içerisinde giren para 180 milyon pound olmasına rağmen Leeds kulübü 2003 yılında iflas bayrağını çeker. Kimi kaynaklar paranın başka kaynaklara aktarıldığını, kimi kaynaklar ise kulübün zaten 1980'li yılların başından beri borçlu olduğunu yazıyor. Bunların hiçbiri doğrulanmadı.

Nitekim kulübün öz kaynakları birer birer tükenince FA tarafından zorla satılmak istendi. Bulgarlar konsorsiyum oluşturarak almak istedi ama bataklığın derinliğini görünce çekilmek zorunda kaldılar. Ve o hazin 2005-06 yılında 10 puanı slinen Leeds oyucuların maaşını dahi ödemekte zorluk çekince alt lige düşmekten kurtulamadı. Bugün Premier liginin üçüncü alt kademesinde oynuyorlar. Çok sevdiğim İskoç adam Gordon Strachan'ın o dönem oynadığı Leeds kulübü ile ilgili verdiği demeci paylaşalım;

"... o yıllar Leeds için inanılmazdı. Düşünebiliyor musunuz Liverpool deplasmanına gitmeden önce şehirdeki büyük bahisçilere uğrar kazanacağımıza dair bahis oynardım. Nitekim bol bol kazandık. Ama Merseyside tarafı çok üstündü, Arsenal ve Manchaster de öyleydi. Ligde dördüncü olduğumuz sene bile çok iyi primler veren kulüp şampiyon olduğumuz sene yüzümüze bakmadı bile. Hatta kendimize kulüp bulursak bizim için iyi olacağı söylenmişti.." Gordon Strachan

Old Fashioned Football Shirt Company; Vicenza 1958


27 Ağustos 2009 Perşembe

El equipo de los ; "11 aldeanos"

İspanya'da General Franco dönemi, Real Madrid başta olmak üzere Madrid takımlarının ayrıcalıklı olduğu, nalıncı keseri gibi herşeyin Madrid'e doğru yontulduğu bir dönem olarak öne çıkıyor. Bu açıdan bakıldığında bu dönemde Bask ve Katalan takımlarının elde ettiği başarıların sıradan bir futbol başarısı olmaktan öte anlamları oluyordu Bask ve Katalan halkları için.

Franco'nun İspanya'da en güçlü olduğu dönemlerdir. Athletic Bilbao'nun önemli başarılara imza atmiş Zarra'li, Panizo'lu kadrosu yaşlanmış, artık eski başarılı günler geride kalmıştır. Bilbao için degişimin zamanı gelmiştir. 1950-1954 yılları arasında bir başka karşı cephe takımı Barcelona ile 2 Lig, 3 de kupa şampiyonluğu başarılarına ulaşmış Slovak Hoca Ferdinand Daucik'in bu değişim için en uygun isim olduğuna karar verilmiş ve takım Slovak hocaya emanet edilmiştir.

Panizo, Zarra gibi isimlerin takımdan ayrıldığı ilk sezon da Slovak Hoca, yeni takımı inşa etmeye başlamış ve Bilbao'da gözle görülür bir değişim ortaya cıkarılmıştır. Bilbao çok uzun süre beklememiştir yeni başarıların gelmesi için. Ligde yeniden başa güreşmeye başlayan Bask ekibi, sezonu 3. sırada tamamlarken, Kupa'da da finale kadar ulaşır ve finalde de Sevilla'yi Uribe'nin golü ile 1-0 yenerek kupaya ulaşır. Sezon öncesi ne olacağını kestiremeyen San Mames sakinleri de takimi yeni bir hoca ile yeniden yapılandırmanın doğru bir karar olduğunu anlamışlardır gelen başarıların ardından.

1955/1956 sezonu Bilbao için muhteşem bir sezon olur. Bilbao ligi Barcelona'nin 1 puan önünde şampiyon tamamlar. Son iki sezonun şampiyonu General Franco'nun takimi Real Madrid ise hem

Bask hem de bir Katalan takımının altında kalarak sezonu 3. sırada tamamlar. Şampiyonluğu kazanan Bilbao, kupa finalinde de bir diğer Madrid ekibi Atletico Madrid'i 2-1 yenerek muhteşem bir sezon yaşatır Basklılara.

Sonraki sezon Bilbao'nun Avrupa Arenası’na çıktığı yıl olur. Eleme turunda Porto'yu, ilk turda ise efsane Puskas'i kadrosunda barındıran Macar Honved'i eleyerek çeyrek finalde İngiliz devi Manchester United'in rakibi olur Basklılar. İlk maç San Mames'dedir. San Mames tarihinin en muhteşem maçlarından birine sahne olur iki ekip arasındaki mücadele. Bilbao ilk yarıyı 3-0 önde kapatır United karsısında. İkinci yarıda 10 dakika içerisinde 2 gol görür kalesinde Bilbao. Yeniden toparlanırlar ve 2 gol daha bulurlar. Maçın sonucunu ise United'in son dakikalarda Whelan ile bulduğu gol belirler ve maç 5-3 Bilbao galibiyeti ile sonuçlanır.

İkinci maça Bilbao sakatları nedeni ile eksik çıkmak durumunda kalır. Bu da yetmez kaleci Caramel maçın yarısını sakat sakat oynamak zorunda kalır. Son 20 dakikaya kadar 1-0 giden maç son 20 dakikada 3-0'a gelir ve United turu gecen taraf olur Bilbao karşısında.

Avrupa'ya çeyrek finalde veda eden Bilbao, ligi 4. sırada bitirir, kupada da bir varlık gösteremez. Bir önceki sezon yaşanan dublenin ardından, bos gecen sezon Slovak Hoca Fernando Daucik'in de sonu olur Bilbao'da.

Daucik'ten boşalan teknik adamlık koltuğuna Baltasar Albeniz getirilir. Lig'de isler istenildiği gibi gitmez ve lig 6. sırada bitirilir. Ancak bu sezonu unutulmaz kılan ve “11 Aldeanos” efsanesini doğuran olay ise farklıdır.


Tarihler 29 Haziran 1958'i göstermektedir. İsveç’te Rasunda Stadyumu'nda İsveç ile Brezilya Dünya Kupası finalinde karşılaşmaktadır. Futbol dünyasının gözü kulağı bu maç üzerindeyken ve “Pele” kendini dünyaya tanıtırken, ayni gün bir başka yerde başka bir tarih yazılmaktadır.

Athletic Bilbao ve Real Madrid Ispanya Kupası finalinde karsı karsıya geleceklerdir. O donemler Kupa General Franco adına düzenlenmektedir. (Copa del Generalisimo) Maç öncesi yaşananlar zaten favori olan Real Madrid'i iyice favori haline getirmiştir. Federasyon maçın Madrid'de oynanmasına karar vermiştir. Zira General Franco'nun bir maç için Madrid dışına seyahat etmesi söz konusu bile değildir. Belki de Franco maçın ardından onuruna düzenlenen bir başka geceye katılacaktır kim bilir!

Bilbao maçın tarafsız sahaya alınması için başvuruda bulunur. Ancak Federasyon bu talebi reddeder. Basın da federasyonun kararını destekleyen yayınlar yapar. O donemde aksi düşünülemez zaten. Mac Chamartin'de Bernabeu'da oynanacaktır. Saha dışı olumsuz faktörlerin yanında sahada da Di Stefano önderliğinde Avrupa Şampiyonu olmuş ve dönemin dünyadaki en iyi takımı olarak kabul edilen Real Madrid'i vardır. Ligi de alan Real, kupayı da alıp Barcelona'nin gectigimiz yıl ulaştığı 3 kupa başarısına o yıl ulaşmak arzusundadır.

Nereden bakarsanız bakın herşey Bilbao aleyhinedir maç öncesinde. 125 bin kişilik bir kalabalığın önünde iki takım sahaya çıkar. Bilbao'lu oyuncular Real Madrid'i hem de General Franco'nun gözleri önünde alt etmeye kararlıdırlar. Dakikalar 20'yi gösterdiğinde sahneye çıkan Arieta Basklıları sevince boğan golü atar. Golün üzerinden henüz 3 dakika geçmiştir ki sahnede yine Arieta vardır. Skor 2-0'a gelir ve maç da bu şekilde sonuçlanır. Avrupa Şampiyonu Real sahasında gol bile atamadan kaybeder Kupa’yı. Real Madridli General Franco kendi elleri ile verir Bilbao Kaptanı Gainza'ya kupayı.

Küçümser bir ifade ile; “Seneye kadar” demeyi de ihmal etmez kupayı verirken. (Sonraki yıl Kupayı Barselona kazanır)

Sahaya çıkan 11 Basklı bu maçın ardından taraftarlar arasında “11 Aldeanos” yani “11 Köylü” olarak adlandırılmaya başlanır.

Stereotyped From Enes Özbey

Enstantane #16

Dip-not: Pat Jennings Arsenale ilk geldiği yılki ard arda gelen 13 Lig, 5 FA Cup maçındaki gol yememe rekorunu İngiliz gazetecilerine böyle anlatıyor. İşin ilginci bu fotoğrafın futbol topu tarihçesini anlatan bir sitede olması. "Eski toplar çok dayanıksızdı" cümlesini pekiştirmek için böyle bir fotoğraf koymuşlar yazının yanına. Bilmiyorlar; düzeltelim, "Eski toplar çürüktü, Pat Jennings "sağlam" adamdı".

Football Quotes #26

"İnsan, hayatında tutkuyla bağlandığı şeylerden daima zarar görür, günah sahibi olur. Hayatımda tutkuyla bağlandığım şeyleri düşüdüğümde çoğundan zarar gördüğümü, azından günah sahibi olduğumu biliyorum. Futbol hayatımı ise hiçbir kefeye koyamıyorum. Batı Almanya gol attığında sevinmeyenler benim günahlarımı, bir duvarla bizi bölenler benim zararlarımı örtüyordu." Paul Breitner

Alfonso XIII of Spain (Ep2/2)

... Sadece Copa del Rey isminin Copa Del Ayuntamiento de Madrid'e dönüşmesi bile Bask kesimin ayrımcılığın futbol üzerindeki etkisi ve dolayısı tepkisini göstermesine sebep olacaktı. Bugün maçlardan önce milli marşın okunması 1911 yılındaki İspanya milli benlik anayasasının kabulu ile orjinlidir. Ancak o dönem marşların bir adet olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü İspanya o dönem eyalet yönetimi içerisinde olduğu için Portekizliler kendi marşını, Endülüsler kendi marşlarını okuyorlardı. Bask kesimin, özellikle Bilbao takımının zorla dayatılmış marşı okumak yerine kendi anâneleri olmuş bestesi ve melodisi kime ait olduğu bilinmeyen marşı (Güney Dağı marşı) maçlardan önce okumakta diretmesi Kral Alfonsoyu kızdırmış, ve anayasadaki milli marş bendinde radikal değişiklikler yapmasına sebep olmuştu. Yani futbol'un getirisi, topa vurulmaksızın toplumsal baskılardan dolayı düzene/sisteme baş kaldırıyor, seyirciler birlik olduklarında Kraliyet'e mesaj yollayabiliyorlardı.

Ancak Bask bölgesinin içerisinde kısmi çatlaklar oluşmuştu. Çünkü Alfonso Bask takımı olmasına rağmen Kuzey şampiyonasında önceki ismi Basque Union olan takıma vaatlerde bulunarak ismini Real Union olarak şereflendirmişti. Bu müthiş zaaf yıllar geçtikçe kapanmadı. Çünkü ülkenin kuzey şampiyonasında daha çok para ve şöhret vardı. Play-off'a benzer biçimde Kuzey divizyonundaki ilk üç takım Konfederasyon finali yapıyor ve Bask bölgesi takımları kaale alınmadan İspanya şampiyonu ilan ediliyordu. Örneğin, Nba şampiyonu direkt olarak Dünya şampiyonu olarak lanse edilir. Bu, ziyadesiyle can sıkıcı bir yakıştırmadır. Bu durumu buna benzetebiliriz nitekim.

Maddi desteği Madrid'den alamayan Bask bölgeleri, çareyi lokal dernekler kurarak arar. Elimizde çok net ispatlanmamış bir veri olsa da şunu yüksek bir ihtimalle tahmin ediyoruz; Barcelona kulübü futbol tarihinde kombine sistemini uygulayan ilk kulüptür. Ve bu uygulamayı ortaçağdan kalan "Lonca sistemi" sayesinde keşfetmişlerdir. Satılan ilk kombineler oturma yerleri, maç izleme imkanı sağlamıyordu. Kulüpten verilen kart tam anlamıyla kombine olmasa da sınırlı sayıda olduğu için Barselona şehrindeki insanlar arasında statüko sağlıyordu.

Birinci Dünya savaşı ve sonrasında İspanya'da futbol düzgün bir biçimde oynanmamış sadece yaz ligleri yapılmıştır. Ancak General Franco dönemi öncesinde hiç bahsedilmeyen "Bask kültürü ile futbol ilişkisi" konusu yazın, görsel ortamlara taşınmamış, Franco rejimi ile patlak veren siyasi düzen ve futbol kulüpleri hiyerarşisi esasında bizzat Kral 13. Alonso tarafından oluşturulmuştur.

Kral Alfonso sürgünde olduğu Roma'da Brandysini yudumlarken karşı limanda Franco'nun başı belaya giriyordu o sıra...

Radiohead - Videotape

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Cenabet Adamlar Atlası Ep11

Geçenlerdeki duyuru üzerine ilginç mailler aldım. Bunlardan birisi de şu an Balıkesirde yaşayan Hamit Bey(Ağabey)'inki idi. Kendisi Trabzonspor tribünlerinde "Boyacı Hamit" lakabı ile anılıyormuş ama 6 senedir tribünlere şehirden uzak olduğu için katılamıyormuş. Trabzonspor hakkında yazabilir miyim? dedi. Bu tarz bir bloglama yapmadığım için nazikçe teklifini geri çevirdim ama kendisi Trabzonspor'da bir dönem oynayan Jarro-Marcio Moreira Jarro-(Fotoğrafta altta sağda) hakkında inanılmaz bir hikaye anlattı. Ben de sizlerle paylaşmayı uygun gördüm.

2001-2002 sezonunda Marco Aurelio ile birlikte Trabzon ekibine katılan Jarro şehre geldiğinde yabancı bir kültüre gelmenin etkisi ile uyum sorunu yaşar. Öyle ki ezan'ın ne olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktur. Nitekim bir gün antreman çıkışında Hami'ye yönelerek "Bu adam neden hep aynı şarkıyı söylüyor?" diye sorar. Hami belki de çevirmenin çeviri hatasından kaynaklanan, belki de Jarro'nun soruyu kasıtlı sorduğunu sanıp oracıkta din ile alay geçiyor diye dövmeye çalışır. Jarro olayın ne olduğunu anlamaz koşarak tesislere saklanır ve o gün orada kalır. Ertesi gün sabah antremanına gitmeyen Jarro'nun tercümanını emniyet müdürlüğünden çağırırlar. Nitekim Jarro sabahtan gidip Hamiyi şikayet eder. Tercümanı'da dinleyen emniyet müdürü yaşanan olayın teyitini aldıktan tercüman'a dönüp aynen şunu söyler;

"Ben Hamiyi tanırım, öyle birşey yapmaz o"

Nitekim Jarro bu olaydan üç hafta sonra kulüpten apar topar toplanır ve Eduardo ile Türkiye'den kaçarlar. Çünkü Emniyet müdürüne göre Hami "Öyle birşey yapmaz" ama Jarro'nun bonservisi oynamadığı maçta(!) şike yaptığı ve dahası takım içinde huzursuzluk yarattığı gerekçesi ile feshedilir.

Michelangelo's creation of Cruyff

Il Grande Torino

Günümüzde Torino denilince akla şehrin siyah-beyazlı ekibi Juventus gelir. Ancak bundan 60 yıl öncesinde ise durum günümüzden çok farklıdır. 1940'lı yıllar ise Torino takımının sadece Torino şehir ile değil İtalyan futbolu ile eş anlamlı olduğu yıllardır. Takım, aynı zamanda II. Dünya Savaşı mağlubiyeti ve faşist yönetim sonrası İtalyan halkının tutunduğu dallardan da bir tanesidir. 1942-43 sezonundan itibaren adeta yenilmez armada olmuş, 1948-49 sezonuna kadar aralıksız 4 yıl üst üste şampiyonluklara ambargo koymuştur. (Savaş nedeni ile 1943-44 sezonu oynanmamıştır.) Takım Egri Erbstein ve Leslie Levesley yönetiminde 4-4-2 sistemi uygulamakta ve çağın futbolunun ilerisinde bir futbol sistemi ile sahada yer almaktadır. Torino kendi sahasi Filadelfia stadyumunda yakaladığı 93 maçlık yenilmezlik serisi ile adeta rakiplerinin kabusu haline gelmiştir. Takım 1948-49 sezonunda da İtalya Ligi Serie A'da üstünlüğünü sürdürmekte, orta sahadaki yıldızı ve aynı zamanda kaptanı Valentino Mazzola önderliğinde üst üste 5. şampiyonluğuna doğru ilerlemektedir.

Torino emin adımlarla şampiyonluğa ilerlemektedir. Takım, Torino başkanı Comendador Novo'nun kişisel dostluk kurduğu Portekizli oyuncu Xico Ferreira'nin jubile maçında Benfica ile karşılaşmak için Portekiz'e maça gitmiştir 1949 Mayıs ayı başlarında. 3 Mayis 1949 günü oynanan maçı 4-3 Benfica kazanmış, Torino ise maçın ertesi günü İtalya'ya dönmek için yola cıkmıştır. Torino'da hava fırtınalı, bulutlar çok yoğun ve alçak, görüş ise yok denecek kadar azdır. Torino kafilesini taşıyan uçak bu şartlarda iniş yapmak zorundadır. Ancak başarılıolunamamıştır. Uçak inişe geçtiği sırada Superga Bazilikası'na yakın bir yerde bir tepeye çarpar ve düşer. Hava raporundaki yanlışlıklar, telsiz yardımlarının yetersizliği gibi sebepler kazaya zemin hazırlamıştır. İçlerinde Torinolu 18 futbolcu ve 2 antrenörün de bulunduğu 31 kişinin tamamı hayatın yitirir kaza sonrasında. Sakatlığı nedeni ile İtalya'da kalan Sauro Toma dışındakı bütün Torinolu oyuncular hayatını kaybetmiştir bu feci kaza sonrası. Torino özelinde İtalya'ya hüzün hakimdir. 500 binin üzerinde insan oyuncuların cenaze töreni sırasında Torino sokaklarındadır. (Savaştan yeni çıkmış bir ülke için cok ciddi bir rakamdır.)

Ligin bitimine 4 hafta kalmıştır. Ligde rahatlıkla şampiyon olması beklenen Torino'dan geriye büyük bir trajedi kalmıştır. Torino maçlara genç takımı ile çıkma kararı alır. Rakipleri sırasi ile Fiorentina, Genoa, Sampdoria ve Palermo'dur. Ancak futbol şimdiki gibi acımasız değildir. Torino'nun rakipleri de sahaya genç takımları ile çıkar. Torino'nun gençleri 4 maçlarını da kazanarak Torino'ya üst üste 5. şampiyonluklarını getirirler.

Bu dönemde oynadığı futbol ile İtalya Ligi'ni domine eden Torino ekibine muhteşem Torino anlamına gelen “Il Grande Torino” deniliyordu. Torino'lu oyuncular sadece kulüp düzeyinde değil milli takım düzeyinde de İtalyan futbolunu taşıyorlardı. 1947 yılında Italya ile Macaristan arasında oynanan milli maçta kaleci Valerio Bacigalupo dışında sahaya çıkan tüm oyuncular o dönem Torino kadrosunda yer alıyorlardı. Yaşanan kaza sadece Torino'yu değil İtalyan Milli Takımı'nı da olumsuz etkilemişti. Torino takımının toparlanması uzun yıllar almış 1975-1976 sezonuna kadar bir daha Italya Ligi'nin zirvesine çıkamamıştır takım. 1976 yılındaki şampiyonluktan sonra yaşanan duygusal anları o dönem takımın kaptanlığını yapan Renato Zaccarelli'nin ağzından dinleyelim; “Kazanılan şampiyonluktan sonra bütün taraftarlar büyük bir kalabalık halinde Superga Tepesi'ne doğru yürüyüşe çıktılar. Planlanmış birşey değildi. Herşey doğal gelişmişti. Futbolcular olarak tepeye çıkmak istemiş ancak kalabalık nedeni ile başarılı olamamıştık.”

Yaşanılan şampiyonluğa rağmen “Il Grande Torino” efsanesi bir daha canlanmadı. Torino'nun bugün ki hali ise hepinizin malumu. Kimilerine göre Italyan Futbol tarihinin en başarılı ekibi olan “Il Grande Torino” pek çok Torino taraftarının hafızasında acı bir anı olarak hala yaşamaktadır.

Stereotyped From Enes Özbey

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Question of the week #2

Question Of the Week bölümünü geçen hafta unutkanlık sonucu perşembe gününe sarkıtmıştım. Lakin verilen hediyenin yollanılması hafta sonuna denk geldiği zaman kargo şirketleri ile sorunlar yaşanacağından bu bölümü bundan sonra hafta başı yapmayı düşünüyorum. Geçen haftaki hediyeyi Laff a Lympics kazanmıştı. Ödül yine aynı, linkteki futbol ansiklopedisi.

Soru: Şampiyonlar Liginin ilk ofsayt gerekçesi ile sayılmayan golü hangi maçta olmuştur?

Garri vs Diego


vs.


Efsanevi Maçlar Ep4; S.Gijon - R.Sociedad 1979

İspanya'da General Franco'nun devrilmesinin üzerinden 5 yıla yakın bir zaman geçmiştir. Ancak futbolda hala Madrid etkisi devam etmektedir. Barcelona, Sporting Gijon, Sociedad gibi takımların çabalarına rağmen şampiyonluk Madrid dışına cıkmamıştır bu 5 yıllık süreçte. 79/80 sezonunda Sociedad, son haftaya kadar namağlup şekilde lider gelir, ancak son hafta hem de 9 kişi kalan Sevilla karşısında aldıklari 2-1'lik mağlubiyet hem ilk hem de en acı yenilgileri olur ve Real Madrid ust uste 3, son 6 yilda ise beşinci şampiyonluğunu elde eder Sociedad'in önünde.

Bir sonraki sezon da yine iki takim zirve mücadelesi yaparlar. Son haftaya girilirken zirvede 44 puanla Sociedad, hemen arkasında ise 43 puanla Real Madrid vardır. Sociedad'a şampiyonluk için beraberlik yeterli olacaktir zira iki takim arasında oynanan maçların ilki 1-0 Real lehine, ikincisi ise 3-1 Sociedad lehine sonuçlanmıştır ve ikili averaj üstünlüğü vardır lacivert-beyazli ekibin. Real'in rakibi ununu eleyip, eleğini asmış ve Real ile yakın politik bağları olan Real Valladolid'dir. Sociedad ise o dönemler İspanya'nın hatırı sayılır takımlarından Sporting Gijon'un misafiridir. Real Madrid'in golcü oyuncusu Juanito da mac öncesinde yaptığı açıklamada, şampiyon olurlarsa saha ortasindan soyunma odalarına kadar sürüneceğini söyler. Maçlar başlamıştır ve herşey Real'in istediği gibi gitmektedir. Real Madrid, Valladolid karsisinda 3-1 galip götürürken maçı, müthiş bir sağanak yağış altında oynanan maçta, Sociedad deplasmanda 2-1 mağlup durumdadır Sporting'e karşı. Gijon'da maçın son saniyeleri oynanmaktadir. Madrid'de şampiyonluk şarkıları söylenirken, Sociedad taraftarlari iki yil üst üste aynı yıkımı yaşamanın moral bozukluğu içindedir. Ama klişe söylemle maç 90 dakikadir ve henüz bitmemiştir. Sociedad'da Jesus Zamora sahneye çıkar ve skoru 2-2'ye getiren golü atar. Maçın bitiş düdüğünü o gün Zamora çalmıştır adeta. Resim bir anda tersine dönmüştür. Sociedadlilara bayram, Reallilere hüsran vardır.

Bu şampiyonluk son dakikada kazanılan sıradan bir şampiyonluk değildir İspanya'da. İspanyol futbolunda bir dönüm noktasıdır da aynı zamanda. Yıllarca Franco'nun baskısı altında yaşamış Bask bölgesinin Franco devrildikten sonra elde ettiği ilk şampiyonluktur kazanılan. Bu şampiyonluğun Franco'nun takımı Real'e karşı kazanılması ise ayrı bir mutluluktur Basklılar için. Bu şampiyonluğun ardından bir süre İspanya Ligi'nde Bask rüzgarının etkisi hissedilmeye başlıyordu. Sociedad ertesi sene de ligi onde göğüslüyor, sonraki iki sezon ise mutlu sona Bilbao ulaşıyor ve La Liga şampiyonluğu 4 yil üst üste Bask bölgesine gidiyordu. Real Madrid ise üst üste 5 sampiyonluk yaşayacağı o efsane donemden önce 5 yıl şampiyonluklara ara veriyordu.

Stereotyped from Enes Özbey

Bad and Ugly Ep8

Çanakkale savaşından sonra sıkça anlatılan bir olay vardır topçu Seyit Onbaşı hakkında. Malumunuz, savaş sırasında kaldırdığı yaklaşık 300 kiloluk topu savaş bitiminde fotoğraf çektirmek isteyen yabancı muhabirler için kaldıramamıştır. Onun yerine maket bir topu sırtına alıp poz vermiştir. Öncelikle ne alaka diyebilirsiniz, demelisiniz de. Çünkü Terry Butcher otobiyografisi için o meşhur İsveç maçında yaşadığı sakatlık ve sakatlık sonrası yaşanan kareleri yeniden yaşatmak istemiş ve başarılı olamamış anlaşılan tıpkı Seyit onbaşı gibi. Olayın özü o anki hırsı ve inancı yaşamak(tı) olsa gerek.

Terry Butcher'ı hiç izlemeyenler için oyun anlayışı için referansı soyadı ve anlamı olabilir elbet. Dost ortamlarında her zaman bir iddiam vardır Terry Butcher hakkında. Derim ki, onun bu kadar "kasap" bir oyuncu olduğunun pek görünür olmasının sebebi takım ve tandem arkadaşlarının Gazza, Adams ve Lineker gibi başka "kasap" oyuncuların olmasıdır. Hala da doğruluğu üzerinde adım gibi eminimdir.

Ulusal takımdan hocası Bobby Robson'un Butcher hakkında anlattığı bir olay vardır, paylaşmak isterim;

"... Butcher'ı ilk azarladığım zaman yanılmıyorsam Fransa'da kamptaydık. Haklıydım, çünkü çok ağır bir oyuncuydu. Bir çok kere söylememe rağmen beni dinlememişti. Hatta o meşhur golün (Maradona'nın golü) sorumlusu odur. Ama kabul etmez bunu yıllardır. Ben onu ilk kez azarladığımda "bir kedi kadar yavaşsın dostum" demiştim. Ertesi gün hepimiz öğle yemeği yerken arabaların park ettiği bölgede koşuşturan bir adam gördük. Otel yetkilileri Terry Butcher'ın otoparkta kedi kovaladığını söyleyince ne kadar arıza bir adamla çalıştığımın farkına vardım..." Bobby Robson, Daily Mail interview, May 94

Old Fashioned Football Shirt Company; Nice 1953

Dip-not: 1950'li yılların başarılı takımı Olympique Gymnaste Club de Nice-Côte d'Azur(Nice)'un 1967'ye kadar kadrolarında sadece Belçikalı oyuncular bulunuyordu. Kulübü kuranların Flemenk olduğunu vurgulamak lazım. Fransa'da Flemenk milliyetçiliği yapmak zor olmuş/olsa gerek; o günlerden sonra kadrolarına hiçbir Belçikalı oyuncu dahil olmamıştır. Ama başarılar Belçikalı oyuncular tarafından gelmiştir.

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Enstantane #15

Cenabet Adamlar Atlası Ep10

Tarihler 4 Temmuz 1999'u gösterirken Arjantin ve Kolombiya Paraguay'in ev sahipligi yaptığı Copa America grup mücadelesinde Feliciano Caceres Stadi'nda karşı karşıya gelmektedirler. Arjantin maçın favorisidir ancak Arjantinliler Partin Palermo'yu hesaba katmamışlardir. Maçın henüz 5. dakikası oynanırken kazanılan penaltıda topun gerisine geçen Palermo'nun sert vuruşu üst direğe çarpar ve sahayı terkeder.

Palermo takımını öne geçirme şansını değerlendirememiş, 5 dakika sonra ise Kolombiya kazandigi penaltiyi Cordoba ile gole cevirerek 1-0 one gecmistir. Dakikalar 76'yi gosterirken Kolombiya'nin 1 farkli üstünlüğü devam etmektedir. Arjantin bu dakikada bir penalti daha kazanır. Topun gerisindeki isim yine Palermo'dur. Palermo bu kez direğe iş bırakmaz ve topu doğrudan dışarı yollar. Arjantin beraberlik şansını da yine Palermo'nun ayağından değerlendirememiştir.

Kaçan bu penaltidan sonra Kolombiya 2 gol daha bulur ve skoru 3-0'a getirir. Maçta doksanıncı dakika oynanırken Palermo ceza sahasi içinde yerde kalır. Hakem bir kez daha penalti noktasini gösterir ki bu maçta verdiği 5. penalti kararıdır Paraguayli hakem Ubaldo Aquino'nun. Penalti atışı için topun gerisinde yine ayni isim vardir; “Martin Palermo”. Palermo bu penaltıda kaleyi tutturur ama bu kez de kaleci Calero gole izin vermez ve Palermo Arjantin'i şeref sayısından da eder kaçırdığı penaltı ile. 3 gün once Ekvator karşısınnda 2 gol atan ve göklere çıkarılan Palermo, bu kez bir anda dünyanın en kötü santraforu oluverir. Palermo'nun başina gelenler Türkiye'de yaşanmiş olsa idi, maçtan sonra arkadaşlarının kendisine yönelteceği ilk eleştiri, “Cenabet misin be arkadaş!” olurdu muhtemelen. Palermo golcülüğü ile olmasa da bir maçta gösterdiği 3 penalti kaçırma başarısı(!) ile adini ölümsüzleştirmeyi başarır.

İlgili olayın Videosu şu linkte.

Stereotyped from Enes Özbey

21 Ağustos 2009 Cuma

Hall of Shame Ep8

Futbola sırf dayısı Antonio Rattin'in hatırı için değil de gönülden sevdiği için bulaşan Fernanado Redondo bu bölümün yeni konuğu. Çok değil, daha 3-5 yıl öncesine kadar konuşulan kariyeri onu bugün unutturmuştur. Çünkü o da Hall of Shame kulübü üyesidir.

Sir Alex Ferguson'un yenildikleri Madrid maçından sonra "O oyuncunun ayağında mıknatıs mı vardı?" diye sorması bize "Eyvah, yine o esmer çocuk!" sendromunu hatırlatıyor olabilir. Ama o maçtaki şu hareket 'i bile onu konuşmak için yeter, artar da. Nitekim Madrid'de başarılı olduğu yılların ardından bundan sonra sadece Boca'da oynarım dediği halde Milan'a tam 13 milyon Pound'a transfer olmuştu. Ve bir antreman sabahı yeni hocasına kendini göstermek için fazla yüklendiğinde tendonunda olan sorunu farketmemişti belki de. Çıktığı ilk maçın 3. dakikasında sakatlandığında 3 ay sonra sahalara dönecek dediler, o 3 ay bir türlü gelmedi.Nitekim Redondo Milan ile 5 sene boyunca sadece 13 maça çıktı.

Redondo, 2.75 milyon pound, ev ve arabayı Milan’a geri vermek istedi, ancak kulüp bu teklifi geri çevirdi. Şu sıralar Buenos Aires'de motosiklet satılan bir dükkanı var.

Renault 12

Futbol ve yarattığı dünya böyle birşeydir işte.. Zamanın içinde akıp giderken kendisi hiç değişmez, etraftaki dünya değişir. Platini aynı Platini, ama bir zamanlar hız göstergesine bakıp iç geçirdiğim Renault 12 oto sanayide; ustanın yap-boz metası olmuştur çoktan.

20 Ağustos 2009 Perşembe

Question of the week #1

Soru: Ofsayt kuralı ilk olarak uygulanmaya başladığından sonraki Dünya kupasında ilk ofsayta düşen oyuncu kimdir?

Hediye: İlk bilene linkteki Futbol Ansiklopedisi.

Legend:Tony Cascarino

Annesi İngiliz, babası İtalyan kökenli bir İsviçreli olupta İrlanda milli takımında top koşturan kaç kişi olmuştur, ya da bu denli kültürel çeşitliliği taşıyan kaç adet futbolcu sahalarda görülmüştür bilemiyorum. Ama Tony Cascarino adına tek bildiğim bir şey var; Gittiği ülkelere 10 numarayı tanıtmıştır.

İngiliz futboluna meraklı olan kesim'in uzun yıllardır gördüğü bir durum vardır. Klasik 4-4-2 formasyonu (Sanlı abinin deyimi ile "klasik ingiliz tertibi") ve tandem ilişkisi ile şablon getirisinin kendisine müsade ettiği kadar oynayan İngiliz takımlarına, tıpkı Catenaccio'ya 10 numara kültürünü sokan Diego gibi İngiliz ve Fransız takımlarına bu kültürü sokan kişi Cascarino'dur.

Türkiye'ye ilk Brezilyalı futbolcuları getiren Trabzonspor'un futbolundaki 20 yıllık değişim gibi Milwall'un makus talihini değiştiren kişi Cascarino olmasına rağmen, yetenekleri ve oyun zekası yıllar sadece Aston Villa'nın ilgisini çekmişti. Nitekim orta saha olarak çıktığı Southampton maçında fileleri havalandırınca onun aynı zamanda golcü kimliği de ortaya çıkyordu. Tıpkı kültürel kimliği gibi kişisel gelip-gitmelerin yaşandığı iç dünyasında olduğu gibi üst liglerde ne orta saha ne de forvet oynayabildi.

Kariyeri onu bir söndürüp, bir parlattığında Chelsea'ye getirmişti. Ama İngiltere'de yapamıyordu Cascarino. Transfer gününün son saatleri yaklaşırken Marsilya takımı onu orta saha olarak alıyordu ve o toplamda 3 sezon oynadığı 92 maçta 69 gol atıyordu.

Arafta kalmış adam, 10 numara olduğunu çok geç anlıyordu. Tıpkı İrlandalı olduğunu ve İrlanda Milli takımında oynamak istediğini idrak ettiği gibi.

Tony Cascarino

Derbies: Golden Chain Derby

Futbol oyle bir mecra ki, hayata dair herşeyi sahada görebiliyorsunuz zaman zaman. Bazen öyle anlar oluyor ki, böyle bir şeyin sahada olmuş olabileceğine ihtimal vermiyorsunuz. Şimdi okuyacağınız yazının da sizi benzer düşüncelere sürükleyeceğini zannediyorum. Lafı daha fazla uzatmadan 18 yıl öncesine gidelim ve yaşanan bu ilginç olayı hep birlikte yeniden hatırlayalım.

Tarihler 1991 yılını gosterirken, Uruguay'ın en önemli iki takimi Penarol ve Nacional klasikleşen bir derbi maçında daha karşı karşıyadırlar. Sıradan bir derbi maçı gibi görünen mücadeleyi unutulmaz kılan olay henüz yaşanmamıştır. Nacional bir köşe vuruşu kazanır. O zamanlar henüz Avrupa ile tanişmamış, maçlara taktığı altın kolye ve takılarla çıkması ile ünlü, Panamalı golcü Dely Valdez de ceza sahasındadir. Dely Valdez'i marke etme görevi ise Penarol savunmacısı Jorge Goncalvez'e düşmüştür.

İkili arasında normal gibi görünen bir mücadele yaşanmaktadır. Bu mücadele esnasında Goncalvez, Dely Valdez'in altin kolyelerinden birini çeker, koparır ve çorabının içine saklar. Maçin atmosferinde kimse farkına varmamıştır olayin. Ama Goncalvez'in yan kesicilik girişimi kameralardan kaçmamştır. Maçtan sonra polis ve Dely Valdez soyunma odalarinin dışında Goncalvez'i beklemektedir. Goncalvez tutuklanır ve götürülür. Daha sonra çaldığı zinciri iade etmesiyle hakkındaki suçlamalar düşürülür ve serbest bırakılır Penarollu oyuncu.

Kendisine yoneltilen “Neden Yaptın?” sorusuna verdigi “ O an ne düşündüğümü bilmiyorum.” cevabi ile de boyle bir girişimde bulunmak için ancak ne yaptığını bilmeyen birisi olmak gerektiğini de göstermiştir Uruguayli oyuncu. Yaşanan olay, oynanan onlarca Penarol-Nacional derbisi arasinda bu maci özel bir yere taşımış, ve maç “Golden-Chain Derby” olarak anılmaya başlanmıştır.

Stereotyped from Enes Özbey

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Football Quotes #25

"I think the linesman's got a career on the railways." Arrigo Sacchi

İtalyanların öfkeli çocuğu Sacchi, yenildikleri Parma maçından sonra böyle bir açıklama yapıyor. Futbol sahalarında gördüğüm "Hakem hakkımızı yedi, biz de alnımızdan ter akıtıyoruz" demeçleri bir yana dursun, gördüğüm en komik ve mesaj yollayıcı bir demeç vermiş Sacchi. Keza, Sacchi Milan'dan ayrıldıktan sonra "Berlusconi'nin cebini delerseniz onun nerelere gittiğini bulabilirsiniz" demişti, Berlusconi'nin uyuşturucu kullandığı şüphelerinin olduğu günlerde.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Alfonso XIII of Spain (Ep1/2)

İspanya futbolu bugün yaptıkları ile değil de daha çok endüstriyel dönemin getirisi "marka değeri" ile konuşulsa da İspanya futbol tarihi hakkında söylenmesi gereken birçok durum/olay var.

Doğusundan sıçramış faşizm tehlikesine karşın ayakta sağlıklı duramayan bir ülke kültürünün getirisi her ne kadar toplumsal parçalanma olsa da, statüko bu parçalanmayı futbolla birleştirmeyi seçmiştir. Ama yanlış yoldan giderek. Sonucu "Eğri gemi doğru sefer" paralelinde olmuş sayarsak.


İspanya futbol tarihi hakkında yanlış bilinen en önemli konu/kişi General Francisco Francodur. Franco'nun zalimce tavrının futbol üzerindeki izdüşümünü bugün konuşuyoruz konuşmasına, ancak bu izdüşümün oluşmasında ateşi fitilleyen durumun sebebi toplumsal bozulmadan çok 13.Alfonso'dur. Hatta bazı kitaplarda Franco'nun Madrid stadına suikast sebebi ile hiç gitmediğini söyler. Ancak konu bu değil.

Konu, 13.Alfonso'nun bugün adları Real ile başlayan takımlara bu adları kendisinin verdiğidir. Royal(Real) anlamındaki yani Kraliyetden gelme/ Kraliyet ürünü olarak lanse edilen bu takım adları kısa süre içerisinde isimlerini değiştirmiştir. Değişim hızlı olmuştur. Ancak bu durum Bask takımlarının tepkisini çekmiştir. Blogda daha önce de bahsettiğimiz üzre Athletic Bilbao takımının Fransız Bask bölgesi takımları ile birlikte kurmayı planladığı ligi ve Athletic Bilbao takımı oyuncularının başına neler geldiği malum.

Ve dahası Copa del Rey'in o günlerde ismi değiştirilerek Copa Del Ayuntamiento de Madrid'e dönüştürülerek sadece belli bir zümrenin kupası olarak lanse edilmesi Bask bölgesindeki futbol tutkunlarını sinirlendirmişti.

Ve bu toplumsal huzursuzluk, futbolun içerisinden cereyan ederek bugünlere kadar etkisini hissettirecek, 13.Alfonso'nun başına iş açacaktı....

İki bölümlük bu yazının diğer yazısı Cuma günü gelecek.

Enstantane #14


Fotoğraf 1954 yılından. Steaua Bükreş takımı sezonu Çavuşesku döneminin Ordu takımı ile "dostluk" maçı yaparak açıyor ve devre arasında tabela Steaua Bükreş lehine 3-0 diyor. Ama maç bitiminde skor tabelası 3-4 oluyor. Ordu futbol takımı ikinci yarı iyi oynamış olmalı (¿).

Old Fashioned Football Shirt Company; Fiorentina 1943

Kurulduğu ilk yıllardaki asıl renkleri kırmızı-beyaz olan Fiorentina kulübü hakkında söylenmesi/yazılması gereken çok şey var aslında. Toskana'nın bu şehrinde, Dante'nin, Da Vinci'nin mirasını kültürel olarak yiyen Floransa, takımları ile 50'li yılların sonunda başlayacak futbol başarısını bir anda kabul ederek, kendi içinde sentezleyerek bir çeşit futbol şehri haline gelmiş ve bu kenetlenmenin sonucunu Kupa galipleri kupası başta olmak üzere Serie A'da da almışlardır.

Ancak ne var ki kazanma kültürü denen şey bu "kültür kokan" şehre uğramamış, kazanılan kupalar sonrası Fiorentina dönem dönem asansör takım, dönem dönem büyük takımların Artemio Franchiye gelmeye çekindiği bir takım olmuştur.

Fiorentina diğer kız kardeşlere göre şehiri, taraftarı ile çok büyük bir potansiyel olmasa da son 20 yıllık zamanda yaptığı/yapamadığı hamlelerle bir türlü "kimlik" kazanmış bir takım olamadı. Altyapıya önem verdikleri yılları ilerleyen zamanda meyvelerini toplamakla mesul kulüp bunun cabasını alacakken bu oyuncuları teker teker büyük kulüplere pazarlarken taraftara cefa bırakıyor, günü gelip ekonomik olarak zayıfladığında Juventus'un %40 hisselerini elinde bulunduran Mocatli ailesi bu durumu farkedince Fiorentina'nın kabuk değiştirmesi kaçınılmaz oluyordu. Ki bu dönem Fatih Terim'in Fiorentinaya geldiği yıllın henüz başıydı.

Mafya/Hükümet işlerini kulübe sokan Cechi Gori Fiorentina'nın bugünlere gelmesinin sebebidir. Küme düşürülen Fiorentina, Juve gibi köklü bir kültüre sahip olamadığı için sağlam bir temel üzerinde duramadığından kaderini şehrin futbola ilgisine göre düzenliyor, ve dahası elinde bulunan Montolivo, Gamberini, Santana, Jovetic gibi oyuncuları kombine satamaması durumunda satmakla taraftarı tehdit ediyor.

Şu gelinen durumun tek bir açıklaması var; Yazık. Önlerinde Newcastle gibi bir örnek varken.

Hall of Shame Ep7

İngiltere Premier liginin kurulduğu ilk yıllarda Peter Schmeichel'in hatırına, sırf Danimarkalı kaleci olsun diye kulüplerde ekmek yiyen Danimarkalı kaleciler olmuştur. Bunlardan bir tanesi de Jorgen Nielsendir. Jorgen Nielsen 97 yılında 2 milyon pounda Liverpool'a transfer olduğunda kalecilik için savaş vereceği Brad Friedel gibi bir isim vardı karşısında. Nitekim o, bu savaşı kazanamadı. Aslında böyle bir savaş olmamıştı.

Çünkü Profesyonel sözleşmeye imza atıp, ‘En uzun süre oynamayan futbolcu’ Jorgen Nielsen olarak kayıtlara geçti. Hvidovre’den 26 yaşında transfer edilen file bekçisi, tam 4 yıl, 11 ay forma giymedi.


O dönem takım arkadaşı Danny Murphy'nin onun hakkında güzel bir sözü var;

"Jorge'nin Anfield'da oturacağı yer belliydi. Kimse onun yerine oturmazdı, patron bile."

Kendisi o kadar karanlık bir kişidir ki, internet ortamında resmi bile yoktur. Sadece adı geçsin diye Liverpool takım kayıtlarında bir fotoğrafı bulunur. Sigorta işlemleri için çekilmiş olmalı.

14 Ağustos 2009 Cuma

16

16 sayısı, efsanevi Fransız defans oyuncusu Marius Tresor'un(Sağdaki) ard arda gördüğü sarı kart sayısıdır. Yani oynadığı maçlarda kendine has bir seri yaparak devamlı sarı kart görmüş, o zaman ceza sınırı 3 maç olduğu için bunu toplamda 21 maçlık bir maratonda yapmıştır. Bunu nasıl başarmıştır, bunun için özel bir çalışma programı uygulamış mıdır bilemiyorum açıkcası. Just Fontaine anısına hazırlanan Fransız futbol efsaneleri kitabında hakkında kendisinin anlattığı çok güzel bir anektod vardır;

".... Ajaccio taraftarı bana o dönem Moja lakabını takmıştı (Sarı adamın kısaltılmışı; [Fr]Monsieur Janue) . Birgün Montpellier maçının sonuna doğru (22.maçta) artık bu serinin bitmesi ve taraftarın bana daha düzgün bir lakap bulması için rakip takımın kalecisine kornerde şiddetli olmasa da kafa attım. Artık çok rahattım.."

Cenabet Adamlar Atlası Ep9

Yukarıda piyanist-şantör kılığına bürünmüş haliyle Gianlugi Lentini bu atlasın yeni sayfası. Kendisi 80'li yılların sonundaki "Torino'dan adam çıkmaz" öbeğini yanlış olduğunu göstere göstere kanıtladığında aynı zamanda tipik İtalyan santrafor kalıbının da çok ötesinde olduğunu gösteriyordu. Fiziği ile tekniği sayesinde sahada çok iyi oyun okuyan Lentini'nin sadece bu akılcı sayede attığı gollerin yanında kafası ile attığı gollerle çok ender görülen forvet olduğu aşikardı. Gayet tabi bunun sebeplerinden biriside futbola orta saha mevkisinde başlamış olmasıydı.

Yazın başında Milan onu transfer etmek için girişimlere bulunduğunda bir oyuncu ve sadece 2.5 milyon teklif eder(Kaynaklarda paranın birimi belli değil ancak euro paritesine göre yeniden değerlendirilmesi kuvvetle muhtemel). Fabio Capello "Sadece onu transfer edersek büyük bir açığımız kapanır" demesi Berlusconiyi ayaklandırır ve resmen transfer görüşmeleri başlar. Ancak ne var ki iki kulübünde ezeli rakibi olan Juventus'un devreye girmesinden sonra olaylar bu seneki Mehmet Topuz transferi'nin tıpatıp benzeri bir bir şekilde cereyean eder. Ve bunu şans olarak gören Torino ekibi fiyatı arttırdıkça arttırır.

Bir şekilde bonservisini tam 13.8 milyona Torino'dan alan Milano ekibi aynı zamanda hem kulüp hem dünya transfer/bonservis rekorunu kırar. Nitekim Lentini Milano ile çıktığı ilk maçlarda biraz tutuk gözükse de ligin ortasına doğru Bari ile oynanan maçta tam 3 gol atar. Ama bu gol onun kariyerinin başlangıcı değil bitişi anlamına gelir. Çünkü Lentini bir gece yarısı trafik kazası geçirir ve komaya girer.

Üç gün komada kalan Gianlugi Lentini'nin futbola dönmesi ise tam 10-11 ayı bulur. Futbola dönmesi lafı pek mecazi duruyor aslında. Çünkü Lentini, Milano kulübünde beş yıl bulunmasına rağmen sakatlığının sürekli nüksetmesinden dolayı istenmeyen adam olmuş, Milano'dan ayrılarak geçtiğimiz yıllara kadar asansör takımların müzmin sakat oyuncusu ünvanından kurtulamamıştır.

13 Ağustos 2009 Perşembe

Football Quotes #24

"We all speak English, but (Jamie) Carragher talks very strangelish!"

İsviçre'nin yetiştirdiği en iyi defans oyuncularından biri olan Henchoz gittiği yerde Scouse lehçesinin konuşulduğunu sonraları idrak ettiği zaman eve gidip Advanced Grammar in use English kitabına boş boş bakarken değil de, kendisi ile maç sonu röportaj yapmak isteyen tv kanalının sorduğu soruya yanında bu cümleyi daha da sadeleştirerek ona sunmakla meşgul bulunan Carragher varken daha fazla dayanamıyor ve bu cümleyi söylüyor.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Efsanevi Maçlar Ep3 ; İngiltere - Macaristan 1953 (Bölüm 1)

Futbol tarihinde Hollywoodvari maçlar her zaman olmuştur, olacaktır da. Ancak bu maçları Hollywood prodüksiyonundan çıkarıp Emir Kustirica'nın eline verildiğinde şark'ın çocukları garpın çocuklarından her zaman bir adım önde olacaktır.

Hoş, önemli olan olaya bakış açısı değil, olayın bize nasıl baktığını görmek. Tıpkı 1953 yılında oynanan İngiltere - Macaristan maçı gibi.

Şimdiki adı Wembley, ama ilk kurulduğu yıllardaki ismi Empire stadı olan mekanda oynanacak olan bu maçın öncesinde İngilizler her zamanki gibi hiçbir zaman emin olamadıkları ama kendilerinde var olduklarını tezahür ettikleri tipik guruları ile yine ve her zamanki gibi yeniden aşağılayıcı, alaycı ifadelerde bulunmuşlardır. Futbol kitaplarında bol bol yazılan, "We are hungry, coasting to victory!" şeklinde maçtan önce el ilanlarından dağıtıldığı söylenir. Bunlardan daha edeplisi olan maç öncesi ilanlardan birisi de şudur.

Macaristan takımının bir çok oyuncusu iyidir iyi olmasına da, çoğunun bu tarzdaki uluslararası maç deneyimi ve cabası olan "kazanma kültürü" yoktur. Bu maçtan önce Macaristan'ın Budapeşte'de İsviçreye 4-1 yenildiğini de vurgulamak lazım.

Maç henüz başladığında Hidegutki (Yugoslav asıllı) bir gol atar. Empire stadyumu sessizliğe bürünür. Ancak ilelreyen dakikalarda inanılmaz hücum hattı bulunan İngiltere Macaristan'a baskı uygulayarak durumu eşitler. Ancak Hidegutki durumu 1-2'ye getirdiğinde maçtaki oyun üstünlüğü İngilterededir. Maç bir süre rölantide devam ederken şahsi kanaatimce gelmiş geçmiş en iyi sol ayaklı oyuncu olan Puskas iki gol birden atınca İngilizler resmen şoka uğrar. İlk yarının sonlarına doğru devşirme oyuncu Mortersen durumu 2-4'e getirdiğinde İngiliz takımının tek umudu ikinci yarıda zamanın en popüler taktiği pivot santrafor/hedef adam uygulaması idi. Ama onla da başarılı olamadılar ve maç Macaristan'ın 3-6 üstünlüğü ile sona ermişti. (Maçın görüntülerini şu adresten edinebilirsiniz)

Bu maç futbol tarihindeki(Güney Amerikadaki örneleri saymaz isek) ilk başkaldırının belki de tek örneğidir. Maçın skorunu, önemini kavrayacak olan doğu halkı bu haberi ertesi günkü gazetelerden öğrendiğinde sokaklar yavaş yavaş Alman hava saldırısı öncesi panik/telaş karışımı bir duyguya sebep olacaktı.

Frenc Puskas bu maç sonrası blogda daha öncesi yazdığımız gibi aynen şunları söyleyeekti;

"Uzun yıllar oynayınca bir dolu unutulmaz anıya sahip olabiliyorsunuz. 1953’te ingiltere ile Wembley’de oynuyorduk. Sağ kanattan penaltı noktasına doğru bir orta geldi; o an Billy Wright’ın defans bloğu oluşturmak için üzerime geldiğini gördüm ve ondan önce davranarak, topa aynen Budapeşte sokaklarında bir çocukken yaptığım gibi topuğumla vurdum. Kalede Gil Merrick vardı ve top onun yanından ağlara gidip gol oldu. O maçta aldığımız galibiyet(3-6), aynı zamanda İngiltere milli takımı’nın ilk kez kendi sahasında yenilmesi anlamına da geliyordu. O zamanlar komunizmle yönetilen ülkeme döndüğümde, topukla attığım bu gol için ‘devrimci gol’ adını vermişlerdi bile." Ferenc Puskas

İngiltere: 3 - Macaristan: 6

Stad: Wembley (Empire)
seyirci: 104.000
hakem: Leo Horn(Hollanda)

Goller;

0-1 Hidegkuti 1'
1-1 Sewell 15'
1-2 Hidegkuti 20'
1-3 Puskás 22'
1-4 Puskás 29'
2-4 Mortensen 37'
2-5 Bozsik 54'
2-6 Hidegkuti 56'
3-6 Ramsey 61' (pen)


Not: Bu maçın elbette bir rövanşı olacaktı olmasına. Bir sene sonra Macaristan bu sefer Budapeştede İngiltereyi 7-1 yenecekti. Bu maçın yazısını Bölüm 2 de aktaracağım.