29 Ekim 2009 Perşembe

Chesterfield F.C. 1949-50

26 Ekim 2009 Pazartesi

Old Fashioned Football Shirt Company; Portekiz 1969

25 Ekim 2009 Pazar

Legend; Gündüz Kılıç

Türk futbolunun yakın tarihine kadar birçok kişi oynadığı futbolla ya da oynattığı futbolla, kilometre taşı yahut efsane kimliğine dönüştür. Ancak bu dönüşüm içerisinde öyle bir insan vardır ki, hem kişiliği hem akademik kimliği, hem de futbol kimliği ile "efsane" etiketini dolaylı olmadan kazanmıştır; Bu kişi Gündüz Kılıçtır.

İnsanlar için Harita Mühendisi Oğuz Atay'ın kaleminden çıkan "Tutunamayanlar" her ne ise, Türk futbol'u için Gündüz Kılıç'ın kariyerindeki Ankara Demirspor macerası eşdeğerdir. Galatasaray Lisesi çıkışlı Kılıç, futbol oynamaya başladığında aklının öteki ucunda takılı kalan mühendislik yapma isteğini göz önüne alarak Almaya'ya gittiğinde babasının sözünü dinlemiş ama kalbinin sözünü kendine geçirememiştir.

Nitekim Almanya yılları sonrasında diplomayı tabir-i caizse yırtarak Ankara Demirspor'da oynamaya başlayan Gündüz Kılıç, "bir daha orada oynayamam, mahcubum" dediği Galatasaray'a tekrardan döndüğünde yıllarca formasını giyecek ve formayı astığında ise gelecek teknik direktörlüğü teklifine evet diyecekti.

Teknik direktörlüğü Romen Teoderescu'nun elinden alan Gündüz Kılıç, Galatasary kulübüne yıllar sonra tekrardan şampiyonluğu kazandıracak, ancak bu hızlı kariyer yükselişi ve şöhreti paparazzilere yem olması sonrası bir trajediye dönüşecekti.

Oyuncu alımlarında ve oyun taktiklerine adeta muhasebeci ve mühendis yaklaşımında bulunan Kılıç, kademe sırasında sürekli yerini kaybeden Edip ve Hasan'a antreman sırasında birbirlerini düşürmeyecek uzunlukta iple bağlayarak bu bilinci vermek istemiştir. Bu olay bugün yapılsa hoş görülmeyebilirdi ama yeni transfer olan Metin Oktay'a numarasından daha büyük bir kramponu vermesini," plase vuruşlarında daha etkili olması için pamukla sıkıştırılmış bir krampon verdim" diye açıklamıştır.

Gündüz Kılıç Hollanda futbolunu ve yaşadığı Almanya'dan kafasıyla getirdiği futbol stilini Galatasaray'a uyarladığı yıllarda takımını Avrupa'da çeyrek finale kadar taşımıştır. Sezon sonunda özellikle Barcelona'nın onu Katalan ekibine baş antrenör olarak çağırmasını kabul etmeyip Galatasaray'da bir süre daha kalmayı yeğledi.

Ancak hem kulüp hem de taraftarla arada kurulan bağ yaşadığı gece hayatı ve iddia edilen gayr-i meşru ilişkiler sonrası tepetaklak oldu ve Gündüz Kılıç o günlerden sonra gazetelerin son sayfalarında değil, magazin eklerinde anılır oldu.

Galatasaray'dan ayrıldıktan sonra Tercüman yazı işleri müdürü olan Atemur Kılıç kardeşine röportaj veren Kılıç; Demirspor'da kalıp memur olmak varmış demişti.

Ama ne olursa olsun o Galatasaray'ın memuru olarak kalmıştır tarihin tozlu yapraklarında.

Enstantane #23

Football Quotes #35

"..Veselinoviç çok sert bir adamdı. Maçtan önce bize afbuyrun küçük abdestimizi bile yaptırmazdı. Sonra Tufan abi söyledi bize. Küçük abdesti yapmadan çıkınca daha az yoruluyormuşuz. O sene Galatasaray maçı var tabi. Acayip tuvaletim geldi. Baktım Müjdat'a onun da yüzü gözü solmuş. Veselinoviç mahsustan bize su içirip kadroyu açıkladı. Ben dua ediyorum, Veselinoviç çıktığı anda koşup tuvaletimi yapacağım. Veselinoviç'in Türkçe'de bildiği tek kelime haydiydi. Haydi, haydi deyip soyunma odasından çıkınca bize sonra anlatıyorlar tabi(Gülüyor), ben Müjdatla millet odanın ortasında galibiyet yemini ederken tuvalet kavgası yapmışım. Galatasaray maçları hep böyleydi. Tuvaleti olmayan adama bile heyecandan tuvaletini yaptırırlardı..." Nezihi Tosuncuk

Rekabet 100 Yaşında; Kirli ve Yorgun

Bundan tam 100 yıl önceydi sarı-kırmızı ve sarı-lacivert formaların ilk kez karşı karşıya gelmesi. Bu formaları giymiş gençlerin, ülkenin en önemli rekabetinin ateşini yakmaları. Elbette farkında bile değillerdi, 17 Ocak 1909 günü Union Club (Papazınbağı Çayırı) sahasındaki ilk karşılaşmalarının üstünde tam yüz tane yılın sulayacağı bir rekabetin yeşereceğinden. Ve bu rekabet ateşinin geçen yüz tane sene içinde giderek büyüyeceğinden.

Bilemezlerdi. Hatta hayal bile edemezlerdi o an nasıl büyük bir ateşi bu ülkenin topraklarında harlandırdıklarını. Hayat basitti onlar için. Hem de çok basit. Onlar için sene 1324’tü. Aylardan ise kanunisani, yani ikinci kanun. Günlerden de Pazar. Oynadıkları şeye futbol deniyordu. Onlar da İngilizler, Rumlar gibi futbol oynamak istiyorlardı. O kadar.

Deseydi ki onlara birisi, “bundan tam yüz sene sonra, İstanbul’da bir adam sizin için “ilk maçlarını 17 Ocak 1909 tarihinde oynadılar” diye yazacak.” Şaşarlardı o an, “ocak” da ne demek oluyor diye. Bir de Frenk takvimine ne zaman geçildiğini, ne zamandan beri bin üç yüz bilmem kaç yerine bin dokuz yüz bilmem kaç denmeye başlanıldığını merak ederlerdi.

Ve de denilseydi ki onlara, “bundan tam yüz sene sonra milyonlarca kişi sizin giydiğiniz formanın rengini kutsal kabul edecek.” Ve de “binlerce, hatta onbinlerce kişi sizi izleyecek her hafta” diye. Şaşarlardı, kendilerini o gün orada izleyen 25 kişinin seneler içinde nasıl da arttığına.

Bu ilk maça Galatasaray’ın ve Fenerbahçe’nin hangi takımla çıktığı bilinmiyor. Bilinen bu ilk maçı Galatasaray’ın 2-0 kazandığı. Sol açığı Emin Bülend’in attığı iki golle.

İlk-takım

Galatasaray o dönem, Fenerbahçe başkanlarından Tevfik Haccar Taşçı’nın deyimiyle, Türkler’i üzüntüden kurtaran takım. Futbol oynamaya meraklı Müslüman gençlerin gıptayla baktıkları takım.

(Niçin? Çünkü Galatasaray yıllar boyu İngilizler’e, Rumlar’a, vesaireye serbest olup da Müslümanlar’a yasak olan futbolu oynamak için her türlü zorluğa karşı çıktığı için. Müslümanı, Rumu, Bulgarı, Sırpı, Karadağlısı, Yahudisi, Ermenisi… Mektepte bir arada okuyan bir avuç gencin, okul bahçesinde birlikte koşturdukları futbolu niçin mektep duvarları dışında da oynayamayacaklarını bir türlü kabullenemedikleri için… Futbol denen bu oyunu başka milletlerden insanlarla oynamalarının niçin yasaklandığını bir türlü anlamak istemedikleri için.)

Fenerbahçe ise her ne kadar iki yaşına basmaya da hazırlansa, daha yeni yeni 11’ini oluşturma gayretinde. En iyi topçusu, eski Galatasaraylı Kulaksızzade Galip Bey. Diğer oyuncuları o vasıfta değil henüz. Fenerbahçeli gençlerin o güne kadar oynadıkları en ciddi maç da bu. (Moda maçı pek sayılmaz çünkü.)

Kolay mı başa çıkmak Hasan’la, Hüseyin’le?
Kolay değildi dönemin en iyi hücum bloğuna sahip Galatasaray’la başa çıkmak. Kolay değildi Hasan, Hüseyin, Horace Armitage, Fuat Hüsnü ve Emin Bülend’den oluşan bu “muhacim”, yani hücumcu hattına galebe çalmak. Yenildiler sessizce. O sezon, o zamanki adıyla Konstantinopolis Futbol Ligi’nde eskilerin deyimiyle “birinci çıkacak” Galatasaray karşısındaki bu yenilgi normaldi onlar için.

Maç bitti, herkes evine, mektebine dağıldı. Galatasaray için Futbol Ligi’nde oynayacakları İmojen, Moda, Kadıköy ve Elpis gibi “yabancı” takımlarla mücadele edebilmek için iyi bir idman olmuştu bu maç. Fenerbahçe açısından da gidecekleri, kat etmeleri gereken mesafeyi göstermesi itibariyle önemli bir kilometre taşı.

Sonra neredeyse tam bir yıl sonra yeniden karşılaştılar, 9 Ocak 1910, Pazar günü. (Sene 1325 olmuştu, aylardan ise bu kez birinci kanun. Günlerden 27.) Bu kez resmi bir karşılaşmaydı yaptıkları. Bu maç, iki Türk takımının 1904’te kurulan Konstantinopolis Futbol Ligi’nde ilk kez karşılaşması anlamına geliyordu.

Ne kadar da hızlı değişiyordu hayat. Çok değil, bundan tam altı yıl önce Müslümanlar’ın bırakalım bir takım kurmayı, toplu halde futbol oynamayı bile akıllarına getiremedikleri günler, seneler ne de eskilerde kalmıştı.

Sonra bu senenin üzerinden bir tane daha geçti. Bunun da üzerinden bir tane daha. Bir tane, bir tane daha. Savaşlar çıktı. O gençlerin bir kısmı askere gitti, onların yerlerine yenileri geldi. Adları değişti, giydikleri futbol potinlerinin şekilleri değişti, sahalar değişti. Yeni bir sahaya daha kavuştular tribünleri olan. Kendilerini seyredenlerin sayısı yükseldi. Hatta arada bir tezahürat bile yapmaya başladılar bu seyirciler. Onları sevenlerin sayısı çığ gibi çoğaldı.

Değişti de değişti her şey. Bir şey hariç. Giyilen formanın rengi, arması ve bunlara duyulan sevgi ve aşk. Bunun dışında her şey değişti yüz yıl içinde.

En önemlisi birbirlerine duydukları saygı, muhabbet değişti. O azaldı işte. En değişmemesi, azalmaması gereken şey.

Oysa ki Fenerbahçe’nin yani Müslüman ve Türk, başka bir takımın kuruluşunu büyük bir sevinçle karşılamıştı Galatasaray. Kulaksızzade Galip bey, izin istemişti Galatasaray’ın Reisi Ali Sami Bey’den, “gitme derseniz gitmem” diye. İzin çıkmıştı Reis’ten, “deli misin” kabilinden. “Git ve onlara yardım et” demişti Reis.

Dönem geldi Galatasaray Reisi Ali Sami Bey’le, Fenerbahçe Umumi Kaptanı Galip Bey, yabancı takımlara karşı oynamak için birleşme kararı aldılar. Galatasaray’ın lokali yokken bir ara, Fenerbahçe’nin lokalinde çalıştı Ali Sami Bey. Kadıköy’deki Union Club sahasında oynanan maçlardan sonra Fenerbahçe lokalinde duş aldılar Galatasaraylı futbolcular. Taksim Stadı’ndaki maçtan sonra da Fenerbahçeliler yaptı aynısını Galatasaray lokalinde.

Elbette vardı o zaman da siyasetin spor, kulüp, özellikle de çok sevilen futbol üzerindeki etkisi. Ama sanki 1950’den sonra Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle daha bir içiçe girdi politikayla futbol. Böylece çürüme biraz daha sardı bünyeyi, spor ahlâkı daha bir unutuldu.

Türkiye’nin ilk futbolcusu Fuat Hüsnü Kayacan, futbolun antik çağındaki sporcular ve yöneticilerle 1950’li yıllarınkini karşılaştırdıktan sonra şu hükme varıyordu: “İdareciler bile kulüplerini basamak olarak kullanıyorlar, renklerini istismar ediyorlar. Bu söylediklerim acı bir gerçek maalesef. Bütün bu gerçeklere rağmen halen en seviyeli kulübün Galatasaray olduğu da inkâr edilmez bir gerçektir. Fenerbahçe de eskiden Galatasaray’dan farksızdı.”

Sevinmek ya da sevinmemek

Şöyle bir soluklanıp üzerinde düşünülesi bir söz değil mi Fuat Hüsnü Kayacan’ınki? Hem de ne düşünülesi. Onunkisi ne büyük bir itham aslında, altmış senelik bir gözleme dayalı. Üzücü.

Bundan da üzücü bir şey daha var. Fuat Hüsnü Kayacan’ın değersiz gördüğü 1950’ler, 1960’lar, şu an bizim için futbolun masumiyet çağı kıymetinde. Varalım son kırk küsür senedeki çürüme ve yozlaşmayı birlikte hesap edelim. (Ayrıca sevinelim Fuat Hüsnü Kayacan bugünleri görmedi diye, keşke bugünleri de görse diye üzülmek yerine.)

Fazla uzatmaya gerek yok sözü. Çünkü Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti ne milliyet, ne din, ne de sınıf çatışmasına dayalı bir rekabet aslında. İspanya’daki Barcelona-Real Madrid gibi, İskoçya’daki Celtic-Glasgow Rangers gibi, ya da Arjantin’deki River Plate-Boca Juniors rekabeti gibi.

Tertemiz bir spor ahlâkına dayalı olarak başladı bu rekabet tam yüz sene önce. Üstelik de bir dayanışma duygusuyla. Bu yüzden de hiç gerek yok ülkenin en eski rekabetine gerçeküstü anlamlar yüklemeye, onu kendinde olmayan öğelerle mitleştirmeye. Hele hele kirletmeye.

İlk kurucular da kuşkusuz böyle düşünüyorlardı. Bu yüzdendi Ali Sami Bey’in, Fenerbahçe’nin 25’inci yılı kutlanırken düzenlenen kortejde Fenerbahçeli yöneticilerle birlikte en ön sırada yürümesi. Bir arka sırasına da sonranın Galatasaray Spor Kulübü Başkanı olacak Suphi Batur’u alması.

Acaba şimdi birbirlerine küfür eden bu insanlar, yıllar yıllar önce bu ülkede, 19 Mayıs, 23 Nisan gibi, bir Fenerbahçe-Galatasaray Bayramı’nın bulunduğunu biliyorlar mı acaba? Bu bayramın her sene her iki kulübün bütün alanlarındaki ekiplerinin yaptıkları karşılaşmalar ve yarışlarla kutlandığından haberdarlar mı? Bunu bilseler utanırlar mı acaba, biz niçin bu günleri şimdi bir bayram olarak kutlamıyoruz diye? Ne oldu da biz bu temiz şeyi bu kadar kirlettik diye hayıflanırlar mı?

Hiç sanmam.

Yıl 1923’tü. Daha Cumhuriyet ilan edilmemiş. 9 Mart’ta Taksim Stadı’nda oynanan lig maçında Fenerbahçe Galatasaray’ı 4-0 yenmişti. Maçtan sonra her iki takımın yöneticileri ve futbolcuları o zamanki adıyla Cadde-i Kebir’deki (İstiklal Caddesi) Chat Noir Pastanesi’ne gitmişlerdi. Birlikte oturup çay içmek için. Birkaç hoş sohbetten sonra dönemin Galatasaray Genel Kaptanı Emin Bülend Bey söz almış, iki kulüp arasındaki yapıcı rekabeti övmüştü. Sporun güzelliğine sözü getirdikten sonra kazandığı galibiyetten dolayı Fenerbahçe’yi kutlamıştı.


Emin Bülend Bey’in bu sözlerden sonra ne goller hatırlanır olmuştu, ne de sahadaki mücadele. Akıllarda kalplerde kalan tek şey Emin Bülend Bey’in, sporun, spor ahlâkının tam kalbinden gelen o sahici sözleriydi. Sahi kimdi o Emin Bülend, Fenerbahçe’yi kutlayan?

Fenerbahçe’ye ilk maçta iki golü de atan Galatasaraylı’ydı o. Ali Sami ve Asım Tevfik Beyler’le birlikte Galatasaray’ı kuran insan. Mustafa Kemal’in şiirlerini ezbere bildiği bir şairdi o. Kimse ondan daha iyi bilemezdi Galatasaray’ı. Kimse ondan daha iyi anlayamazdı Fenerbahçe rekabetini. Şövalyeliğin ne olduğunu. Şövalye kalmanın zorluğunu.

Şimdi aramızdan birisi bir söz daha getirip asabilir mi Emin Bülend Bey’in sözünün yanına? Asamaz. Asamamalı. Ama burası Türkiye. Burası varoluşlarının biricik nedenini sadece kulüp sevgisiyle açıklamaya çalışan insanların ülkesi. Burası rekabetin hayatta kalma motiflerinden sadece birisi olduğunu unutup, bir canlının ayakları üzerinde dikilmesi için tek şey olduğunu sanan insansıların ülkesi.

İşte bunlar yüzünden, 17 Ocak 1909’da dokunmaya başlanan bu temiz bembeyaz rekabetin yüz tane sene içinde her geçen yıl daha da kirlenmesi. İşte bunlar yüzünden, o eski sarı-kırmızı ve sarı-lacivert güzel insanları unutmamız. Ali Sami Yenler’i, Emin Bülend Serdaroğlular’ı, Asım Tevfikler’i, Fuat Hüsnü Kayacanlar’ı, Galip Kulaksızlar’ı, Sait Selahattin Cihanoğlular’ı, İsmet Uluğlar’ı. Ve yüz seneye sığmayacak birçok güzel insanı.

Sonra? Sonrası sessiz bir çığlık sadece. Rekabetin 100’üncü yılının bir bayram havasında kutlanması gerektiğini haykıran. Yüreği burkan bir fotoğraf.

(Başta bugünkü kulüp yöneticileri olmak üzere, medya yöneticileri, çalışanları ve bu iki kulübün milyonlarca sevdalısı tarafından değiştirilmesi gereken bir fotoğraf bu.)

Sonrası? Attila İlhan’ın yıllar önce dediği gibi. “Şimdi hicrana düştük bugün… Elde var hüzün.” Evet hüzün. Evet isyan yerine.

Görüp izleyeceğiz. Rekabetin 100’üncü yılını bir bayram havasında kutlanılması gerektiğini haykıran çığlığın ne kadar ıssız kalacağını. 100 yıl önce çekilen o güzel fotoğrafın önümüzdeki dönemde daha da solacağını.

Stereotyped From Melih Şabanoğlu

Hall of Shame Ep9

Fenerbahçe ve Galatasaray klüp tarihinde bizim bu seriye girebilecek o kadar çok oyuncu vardır ki, liste yapsak yeriydi. Bilhassa Galatasaray'ın 1970 yılından sonra Türkiye getirdiği oyuncular Yugoslav iç savaşı ve isyanından kaçarak Türkiye'ye gelmiş ve çoğu geri dönmüştür. Aynı durumu Beşiktaş ve Fenerbahçe'de ise gelenek Sırp ve Macar oyuncular üzerine dönse de durum farklı değildir. Fenerbahçeye 1972- 1984 yılı arası gelen Doğu Avrupa'lı oyuncuların sayısı 14, kısa bir süre sonra tekrar ülkesine dönen oyuncu sayısı yine 13(!)tür.

Türk spor basın'ın henüz lugat'ına "Aziz Başkan beni alsın, İmza: Ronaldinho" dimağı yerleşmediği günler Fenerbahçeye gelen isimlerden birisi olan Frank Pingel, daha önce oynadığı Bursaspor'da müthiş bir intiba bırakmıştı. Hatta transferi bugünkü Mehmet Topuz örneğindeki gibi cereyan etmiş, ve Pingel Fenerbahçe'ye transfer olduğunda dönemin Galatasarayında stadyum'da bulunan en aktif tribün grubu Haznedar'lılar "Pingel Ali Sami Yen sahasına basarsa kendini ölü bulur" demeye kadar getirmişti. Pingel'i Mühendis Oktay kadar savunmasız mı görmüştür Haznedar grubu ve sakallı Sebahattin bilemiyorum, ama Pingel henüz ilk oynadığı Fenerbahçe maçında sakatlanıp bugün Linderoth'un kariyeri gibi bir çizgi çekmiştir yaşamına.

Galatasaray 90'lı yılların başına kadar sık sık yabancı oyuncu değiştirmiştir. Bugün Beşiktaşlılar'ın övündüğü altyapı-özkaynak mevzusu aslında yıllardır Galatasaray'ın kaymağını yediği bir oluşumdur. Nitekim altyapı ve oyuncuyu ilk 11'e sokabilme konusunda müthiş başarıları olan Galatasaray'a gelen ve giden oyuncular Fenerbahçe kadar konuşulmamış ve dillendirilmemiştir.

Ancak gerek maliyeti, gerek günler oyunca konuşulan kariyeri sayesinde Roger Ljung'un Galatasaray'a transferi(Resimde solda) onu gerçek bir dünya yıldızı gibi görmemizi sağlamıştı. 19 milyar gibi olağanca yüksek bir fiyata transfer olunca Beşiktaş taraftarı ; 300 Doğan parası gitti gibi espritüel bir yaklaşımda bulunmuştu. Ljung için sezon başladığı vakit Ljung ha Galatasaray'a ve Türkiye'ye alıştı, ha güzel oynamaya başlıyor derken sezon bitmiş ve Ljung şampiyon takımdan kaçarak Dünya kupasında İsveç ile müthiş bir performans göstermişti. Beşiktaş taraftarının mecazide olsa yaptığı nüktedanlık gibi, Ljung gelmeyince hakikaten 300 Doğan parası gitmiştir. Ve herşeyin garibi Ljung, Galatasaray onu Stockhom'da bulunca dönemin ünlü gazetesi Akşam'a Emekli oldum demekle yetinmişti.

Hasret


Önce günümüzden başlayayım. Derbi haftalarının arasında bir Avrupa kupası maçı oynanıyorsa seviniyorum ben. Aradaki Avrupa maçı demek derbi stresinin ve gerilimin daha geç başlaması demek, pazartesi başlayacak o stres ve gerilim dolu günlerin cuma sabahı başlaması demek. Diğer türlü pazar günü maçlar tamamlanıyor ve sonraki pazar gününe kadar 1 hafta boyunca akılda derbi oluyor. Elbette önemli işler varsa kişi onlara yoğunlaşıp derbiyi bir kenara koyabiliyor ancak en ufak boşlukta akla düşen ilk şey yine derbi oluyor. Derbinin sarı-kırmızı tarafından olayı yorumlarken iki gözle yorumlamam lazım aslında, bir kendim olarak, bir de tüm Galatasaraylılar'ı genelleyerek.

Benim için bu maçlar sezonun en renkli maçları arasındadır tamam ama sonunda bir kupa/başarı elde edememişsek sezon içerisindeki iki derbiyi kazanıp-kazanmamak pek ilgilendirmez beni. İki derbiyi farklı kazanıp da şampiyon olamamak mı yoksa iki derbide de farklı yenilip şampiyon olmak mı derseniz ikinciyi seçerim ben. Birincinin anlamı yok çünkü benim için, tamam ülke çapındaki en önemli derbi, dünyada futbola gönül veren çoğu kesimin az çok da olsa bildiği bir derbi. Dışarıdaki muadilleri kadar olamasa da ünü sınırları aşmış bir derbi... Bu betimlemeler ve örnekler çoğaltılabilir. Böylesine önemli bir maç olsa bile kupa hep ilk tercihimdir. Bir de genel gözle bakmak lazım olaya, ben maç öncesini olmasa da maç sonucunu biraz hafifletebiliyorum gözümde ama herkes bunu yapamayabiliyor.

Derbiyi kazanıp şampiyon olamamaya razı olacak o kadar insan var ki "benim görüşüm budur" diye nokta koymak doğru olmaz. Hafta içi herkes iş güç peşinde koşturacak olsa da cuma günü mesainin ve okulların bittiği, kafaların boşalmaya başladığı o saniyeden itibaren insanın içini ateş sarar. Ne kadar Fenerbahçe'yi istemesek de Türkiye'de başka bir maç bizi heyecanlandıramıyor bu kadar fazla. Kimileri çıkıp dünya çapında bu denli büyük bir derbi olmadığını söylüyor, bizim abarttığımızı söylüyorlar bazıları ama değişen bir şey yok bizler için. Dünya ne düşünürse düşünsün bu maç Türkiye'deki en büyük maç ve ben bu maçın taraflarından biri olmaktan gayet memnunum. Her sene eşleşmeler belli olmadan önce keşke Türkiye Kupası'nda da eşleşsek de fazladan maç yapsak diyorum.

Onlar için de pek farklı bir durum olduğunu sanmıyorum, her sezon bu derbiyi iple çekmekten ve sonuç ne olursa olsun hemen bir sonrakinin sonucunu merak etmeye başlamaktan asla bıkmayacağız buna eminim. Bir derbi galibiyeti tüm sezonu kurtaramıyor belki ama arkadaş ortamlarında, futbol sohbetlerinin döndüğü masalarda son derbiyi kazanan hep 1-0 önde başlıyor tartışmaya, bu yönüyle bile farklı bir derbi bu. Bir Beşiktaş derbisini böyle konuşmuyorum, son maçı kazanmış olmak bir şey ifade etmiyor sohbet ortamlarında. Ya da Fenerbahçe'yi 7-0 yenmemizle kıyaslarsak daha yakın tarihte Beşiktaş'ı 9-2 yenmiş olmamızı hiç dile getirmiyoruz. 9-2 hiç konuşulmuyorken, 7-0'lık maç aradan geçen 98 yıla rağmen hala konuşuluyorsa, Beşiktaş'ın Ali Sami Yen'de 9 senedir lig maçı kazanamaması konu olmazken Galatasaray'ın Kadıköy'de 9 senedir maç kazanamaması manşetlerden düşmüyorsa veya günlük yaşamımda seve seve siyah-beyaz giyinebilirken sarı-laciverti hiç giymiyorsam ve zaten lacivert kıyafetim hiç yoksa bu derbi gerçekten bambaşka bir boyutta Türkiye'de. Günlük yaşama kadar insan hayatında bu denli yer etmiş bir derbi nasıl heyecanla beklenmesin, nasıl sakin sakin "oynansa da bitse" diye geçiştirilebilsin?

Son olarak, 2009/2010 sezonunun ilk yarısındaki maçta o kadar şanslıyız ki derbi günü saatler geri alınıyor. 1 saat fazla gerilim yaşamak anlamına geliyor bu ama aynı zamanda derbiye 1 saat daha uzaklaşıyoruz durduk yere. O fazladan uzayan 1 saat bile 1 hafta/ay gibi gelecek derbiyi hasretle bekleyenlere..

Stereotyped From Artemio Franchi

24 Ekim 2009 Cumartesi

Efsanevi Maçlar Ep6; Galatasaray - Fenerbahçe 1989

100 yıla yaklaşan Galatasaray-Fenerbahçe rekabetinde tarihe kazinmis ve unutulmayan onlarca maç vardır. Ancak bazı maçlar vardır ki maç içinde yaşananlar ile unutulmazlar arasında da önemli bir yere sahiptir. Yıllardır her Fenerbahçeli'nin nesilden nesile aktarmayı kendine görev edindiği, gerçekten de efsane olmayı haketmiş 4-3'lük maç da bu maçlardan bir tanesidir. Şimdi 20 yıl öncesine bu maça gidelim ve anılarımızı tazeleyelim.

3 Mayis 1989, İstanbul baharın ilk günlerini yaşarken, hava hafif bulutlu ama yağışsızdır. İki eski dost, iki eski rakip Galatasaray ve Fenerbahçe Türkiye Kupası çeyrek final rövanş maçında Ali Sami Yen Stadında kozlarını paylaşacaklardır. İlk maç Kadıköy'de 2-2 sonuçlanmış ve deplasman golünün uygulanmadığı o donemde turu geçmek için taraflardan birisinin maçı kazanmak zorunluluğu doğmuştur. Maçın berabere bitmesi uzatma ve penaltıları getirecektir.

Hem hafta içi (Çarsamba) hem de saat 15:00'te olması sebebi ile seyircilerin maça gelmesi zor gozükmektedir ancak bu maçı kaçırmak istemeyen onbinler Ali Sami Yen'de yerlerini almışlardır. Naklen yayınlanacak maç tribünlerde yer yer boşluklara sebep olsa da yine de hatırı sayılır bir seyirci topluluğu vardır tribünlerde. Maç öncesi hafif sakatlıkları bulunan Fenerbahçeli Rıdvan ve Galatasaraylı Uğur ve Tanju oynayabilecek durumdadır. Bugün bile zaman zaman adam markaji uygulatan Mustafa Denizli, maçtan önce yaptığı açıklamada Rıdvan Dilmen icin özel önlem almayacağını belirtmiştir.

Artik maçın başlama saati gelmiştir ve hakem Sadık Deda'nin ilk düdugü ile maç başlar. Maçın 10. dakıkası yaşanmaktadır. Prekazi'nin pası ile ceza sahasına giren Cüneyt, Ergin'in müdahalesi ile yerde kalır. Hakem Sadık Deda tereddütsüz penaltı noktasını göstermiştir. Deda maçtan sonra yaptığı açıklamada da “Ben verirsem penaltıdır” diyecek ve ego tepelerinde gezdiğini gösterecektir. Topun başına Tanju geçer ve penaltıyı gole çevirerek skoru 1-0'a getirir. Galatasaray ataklarını sürdürmektedir. 17 dakikada Prekazi'nin Uğur'u geçen pasıyla buluşan Tanju için golü yapmak zor olmamıştır. 35. dakikada Hasan Vezir'in direkte patlayan topu Fenerbahçe'nin ilk yarıda kaçırdığı en önemli pozisyondur. Bu pozisyondan 3 dakika sonra Galatasaray farkı 3'e çıkarır. Sahnede yine Tanju vardır. Gol öncesinde Uğur'un ofsayt olduğu yönündeki itirazlarin ise hiçbir anlamı yoktur. İlk yarınıin tamamlanmasına çok az bir süre kala Uğur'un kaçırdığı gol ikinci yarıda yazılacak destanın ilk satırlarıdır belki de. İlk yarı 3-0 Galatasaray'in üstünlüğü ile biterken herkes artık turun Galatasaray'a gittiğini düşünmeye başlamıştır.

Devre arasında Fenerbahçe soyunma odasında önce Rıdvan'ın sesi yankılanır. “Biraz onurumuz varsa bu maçı kazanırız. Göğüsleri ile alacakları topları, rövaşata yaparak kullanıyorlar. Beyler bu formayla dalga geçilmez. Çıkarız, kazanırız.” der ve bu noktadan sonra devreye Veselinoviç girer. “Siz lidersiniz, çok maç kazandınız. Herşeyi gol için düşüneceksiniz. İlk golü atın bakın arkası nasıl geliyor.” diyerek motive eder oyuncularını. 3-0'dan sonra Galatasaraylı oyuncuların dalga geçer gibi oynamaları ateşlemiştir Fenerbahçeli oyuncuları. Bu duygularla ikinci yarıya çıkar Fenerbahçeli futbolcular.

İkinci yarı başlar. Galatasaray maçın başladığını bile anlamamıştır Rıdvan'ın pasında Aykut golü attığında dakikalar 46'yı gösterirken fark 2'ye iner. Bu golün üzerinden 7 dakika geçmistir. Soldan İsmail'i geçen Rıdvan, penaltı noktası üzerindeki Hasan ile buluşturur topu. Hasan topu ağlara gönderir ve skoru 3-2'ye getirir. 68. dakikaya gelindiğinde maçın gidişatini çok onemli olcude etkileyecek olay gerçeklesir. Galatasaray takımının beyni Prekazi, kafasını bu kez Taygun'a vurmak için kullanır ve Sadık Deda da yardımcısının uyarısıyla Cevad'ı oyundan ihraç eder. Skor 3-2'dir ve Galatasaray geride kalan süreyi 10 kişi oynamak zorundadır. Kırmızı kartın üzerinden 3 dakika geçmiştir. Top yine Rıdvan'ın ayağındadır. Savunmayı allak bullak eder ve ortasını yapar. Topa yatarak vuran Hasan skoru 3-3'e getirmiştir. Hasan-Rıdvan işbirliği bu gol ile sonlanmaz. 82. dakikada pas yine Rıdvan'dan gol de yine Hasan'dan gelir. Soyunma odasına 3-0 geride giden Fenerbahçe maçın bitimine yaklaşık 10 dakika kalmışken skoru lehine çevirmeyi başarmıştır. Maç da bu skorla bitmiş ve Fenerbahce Türkiye Kupası'nda yarı finale çıkan taraf olmuştur. Ancak kimse bu skora inanamamaktadır.

Devre arasında yaptığı konuşma ve ikinci yarıda oynadığı harika futbol ile takımını galibiyete taşıyan Rıdvan Dilmen, “7 yeseydik 8 atardık.” açıklaması ile galibiyete ulaşacaklarına olan inancını ortaya koyuyordu maç sonunda. Aykut “5-0 olsa bu kadar güzel olmazdı.” derken Nezihi ise “3 avans verdik.” açıklamasını yapıyordu maç sonunda.

Galatasaray cephesinde ise hayalkırıklığı ve öfke hakimdi. Ergun Gürsoy ve atılan Prekazi mağlubiyetin faturasını hakemlere çıkarırken, en aklı başında açıklamaları genç teknik adam Mustafa Denizli yapıyordu. Takımın uyarılarına rağmen rehavete kapıldığından veryansın eden Denizli, ilk yarıdaki baskının yorgunluğunu yaşadıklarını ifade ediyor ve Fenerbahçe'yi tebrik etmekten başka yapacakları birşeyin olmadığını söylüyordu. İlk yarıda arka arkaya gelen gollerden sonra kale arkasında yer alan foto muhabirlerine dönerek, “Size burada ekmek yok. Fener kalesinin arkasına gidin.” diyen Simovic'in kalesi Milliyet'in ifadesi ile “Fırına” dönüyordu. Ama tavsiyesinde haksız da sayılmazdı zira bütün goller diğer kalede olmuştu. Galatasaray'ın 3 golüne imza atan Tanju ise Fenerbahçe taraftarına öfkelenmiş ve “Artık Fenerbahçe benim için bitmiştir. Bu takıma transferim bundan sonra söz konusu bile olamaz.” diyerek günümüzün Mehmet Topuz'larına örnek olmuştur.

Fenerbahçe Türkiye Kupası'nda yarı finali de geçerek finale gelir. Finalde ise karşılaştığı Beşiktaş'a 1-0 ve 2-1'lik sonuçlarla mağlup olarak kupayı alamaz. Ancak ligde fırtına gibi eserler ve 103 gol atıp 27 gol yedikleri sezonu 93 puanla en yakın rakiplerinin 10 puan önünde şampiyon bitirirler. O sezonda geriye ise 20 yil geçmiş olmasına rağmen hala dilden dile dolaşan bu takım ve 4-3'lük Galatasaray galibiyeti kalır.

Stereotyped From Enes Özbey

İsyan

Futbol asla sadece futbol mudur, değil midir bilmiyorum, bu tartışmayı futbolu sevenlere bırakıyorum. Kendime de bir Fenerbahçe seven olarak teşhis koyma yetkisi veriyorum; "Fenerbahçe asla sadece Fenerbahçe değildir". İki gün üst üste mutlu olamayan, hiçbir işi bir türlü düzgün gitmeyen, en mutlu olması gereken anda başını ağrıtacak bir mesele bulan insanın kulüp olmuş, büyük bir vücutta hayat bulmuş halidir Fenerbahçe. Hep başı ağrır, bir yandan keyiflidir hep, diğer yandan kafasına takacak bir şeyi mutlaka vardır; adını duyunca gülümseyeni boldur, o gülümsemenin ardından da yaşattığı sıkıntıyı hatırlayanlar olur. Sağda, solda, aynaya baktığınızda gördüğünüz insanlar gibidir. İnsanın, hatta maddenin varoluşuyla çelişmez Fenerbahçe, asla ideal formunu bulmaz, düzensizlik içinde düzen bulmaya çalışır, ne zaman düzen bulduğunu düşünse başka bir düzensizlikte çırpınmaya başlar.

İnsan gibidir Fenerbahçe, düzensizliği içinde düzen ararken isyan eder. Sabah uyanırken isyan eden çalışan gibi, ödevi yetişmeyen öğrenci gibi, lafını dinletemeyen öğretmen gibi, hakkını alamayan işçi gibi isyan eder. İnsan gibidir Fenerbahçe, isyan etmeden yaşayamaz. Pes etmez, "dibe vurdu bu sefer" derler daha dik çıkar karşınıza; "bak işte en istediği şey oldu, hep orada kalacak derler" yerini beğenmez, atlar buhrana. İsyan edecek çok şey bulur, en çok da bir gün vardır, o gün haykırır; nefesini tutar, o günün gelmesini bekler, isyanını haykırır Fenerbahçe.

Galatasaray maçları büyük isyan günüdür Fenerbahçe'de. Taraftarı, oyuncusu, kenarda duranı, dışarıda kalanı, evinde oturanı haykırır o gün içinde ne varsa.

Galatasaray maçları Fenerbahçelinin isyanıdır
Hafta içi yenilen farka isyandır bazen
Bazen "üst üste gelen puan kayıpları"na
Bazen kovulan teknik direktöre
Bazen yeni gelene...
Maçtan önce "kale yerine pota koyalım" diyenlere isyandır bazen
Bazen ilk yarıda yenilen 3 gole...
Tribüne yapılan harekete isyandır bazen
Bazen hiç durmadan eleştiren basına
Küfürlü bir pankarta isyandır bazen
Bazen atılan tonla suya
Bazen kaçırılan oyuncuya...
Arada taraftarın isyanıdır, deplasmanda haykırır
Arada futbolcunun isyanıdır, şeytanlaşır 4 tane gol attırır
Arada teknik adamın isyanıdır, kazanır takımda kalır
Arada başkanın isyanıdır, yener kredi kazanır.

Galatasaray maçları Fenerbahçe'nin isyanıdır. İsyansız yaşayamaz Fenerbahçe, insan gibidir; küçük, büyük dinlemez isyan eder durur. İsyan günü yaklaşınca da içi kıpır kıpır olur, heyecandan duramaz, uyku uyuyamaz, büyük isyanını düşünür, iş yapamaz... İsyanlarda ikilik olmaz, bilir. Küsleri barışır, kavgalıları uzlaşır, herkes sımsıkı, omuz omuza durur. Çok gürültü çıkarır Fenerbahçe.

Stereotyped From Pvh

Football Quotes #34

" ...Maçtan sonra Naci'nin (Naci Erdem) yanına gidip hatıra almak istedim. Benim o sene sonunda İtalya'ya transfer olayları vardı. Allah korusun bir daha görüşemeyiz diye Naci'ye "Ver şu formanı ihtiyar artık bana" dedim. Naci; "Kızıyorlar vallahi Bülent formayı verince, kolyemi vereyim sana" dedi. Yere eğildim, kramponundan çıkan çivisini aldım hatıra olarak. Beş-altı yıl önce hanım temizlik yaparken gravat tokalarımın arasında görmüş krampon çivisini almış atmış. Gelip sordu bana o neydi diye. Fenerbahçeli Naci'nin krampon çivisi deseydim, bizim bey iyice manyadı der diye ses etmedim. Ama o gece Allah var, gözüme uyku girmedi..."

Kaptan Bülent Eken

Galatasaray - Fenerbahçe Rekabetinin Kısa Bir Özeti; Fuat Hüsnü Kayacan Ep1/2

Türk futbol tarihi ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti yakın tarihi gibi, bilinmezlikleri, ikilemleri ve olağanca "öznel" yazılması dolayısı ile, kendini her zaman araf pozisyonunda hissetiğinden dolayı muâllaktadır. Bugün, Türk futbol tarihini araştırmak isteyen bir insan halihazırda interaktif ortamlarda göreceli bir bilgiye ulaşamayacağı gibi, oldukça sıradan ve laçkalaşmış "tarihçi yazar ağzına" hayran hayran bakmaya mecbur kalmaktadır.

Beşiktaşlı olduğum halde çok rahat söyleyebilirim ki; Beşiktaş kulübü tarihi bilgisi ve vasfı yüksek insanların Beşiktaş kulübünün sadece "Beden Terbiyesi" için kurulmadığını öngöremeyip, "ilk biz vardık" cüreti ile ortaya çıkan futbol kulüpleri kronolojisine Beşiktaşı başa aldırarak oluşmaya başlamıştır. Rahmetli Cenk Koray'ın kendi çabaları ve etrafındakilerin yanlış yönlendirmeleri sonucu Türk futbol tarihi rekabetin doğası gereği yazılmaya başlamıştı.

Bunun üzerine Fenerbahçe ve Galatasaray kulüpleri bilhassa 1993 yılında araştırmalar yapmış ve ilk olarak Fenerbahçe kulübü, müzesinde bulunan şild'in tarihçesine bakarak tabir-i cazise tümdengelim metodu uygulamış ve kendilerine göre bir tarih yazmışlardır. Galatasaray ise kendine göre tarih yazmayı Uefa kupası sonrasına bırakmış ve halihazırda bulunan bir takım "nesnel" tarihi bilgilere kazanılan zaferin etkisiyle olağanca "öznel" veriler ekleyerek kulüp tarihini yazmaya başlamıştır.

Türkiye'de bırakın futbol tarihini, Saltanat tarihi ve demografik tarihçelerde bile kuşkuyla yaklaşılacak bir yığın içerik ve hatalı kronolojik demeçler bulunmaktadır. Ancak bilhassa futbol tarihinin gerek kuruluş amacının saltanat rejiminden gayri olması, gerek aracının loca ve vergi sahibi gayri-müslimler tarafından yönetilmesinden dolayı Türk futbol tarihinin "kesin" bir içeriği yoktur. Sadece yansıma ve yanılsama içerir Türk futbol tarihi.

Ne var ki, sayfaları karıştırdığımızda İşgal altında bulunan bir kentten(İstanbul) mantıklı bir biçimde nesnel tarih çıkmayacağını gördüğümüz gibi, I.Dünya savaşı ve Balkan savaşları sırasında tarihi yazacak ve bunu kitabeleştirecek bir kanalize sisteminin olmadığı gerek kılınmadığı için değil, imkanlar dahili bulunmadığı içindir.

Bu bağlamda, tarih yazma konusunda işi kolay olmayan Galatasaray ve Fenerbahçe kulübü ortada bir muadil olmadığı gerekçesi ile ayrı zamanlarda , farklı tarih komisyonlarının raporları ile oluşturulan tarihlerinde günü gelipte sayfaları açınca büyük bir nüans ve ayrılımcı tarihi fikirler görmüştü. Tarihin bir tek gerçeği olduğu yadsınamaz. Nitekim Fenerbahçe kulübü, kulüp tarihinin kuruluş yıllarında Horace Armitage'den bahsedip bunu tarihsel bir sunum olarak Galatasaray'a gösterince, Galatasaray kulübü de İstanbul Pazar Ligi kayıtlarını açıp teknik direktör ve aynı zamanda Fuat Hüsnü Kayacan'ın yakın arkadaşı Horace Armitage'in o yıllar Kadıköy Futbol kulübü için değil Galatasaray için çalıştığını vurguladılar. Ve ortada kronolojik bir hata yahut öznel tarihin getirisi olan "Tarihi yeniden yazma" fikri çıkacaktı.

Ancak ne Ali Sami Yen'in sağ kolu Mito mahlaslı, Ermeni asıllı Salih Efendi'nin kulüp defteri ne de Moda FC muhasebe kayıtları bu tarihi çıkmazı değiştiremedi. Bilardo maçında bile rekabet oluşturma kudreti bulunan bu iki kulübe bir de güzide kulübüm Beşiktaş'ın liseyi dışardan bitirmeme isteği eklenince Türk futbol tarihinin yeniden yazılma gereksinimi kendine uygun bir ortam bulmuştu.

Her hâlukârda bir gün mutlaka tamamlanması gereken "gerçek tarihçe", İstanbul Üniversitesi merkez kütüphanesinde yer alan ve yıllardır Osmanlıca Ekspertiz bekleyen bir not defteri sayesinde yazılacaktı. Koskoca ülkenin yine o kadar büyük iki kulübünün tarihi, 1912 yılında İngiltere'ye görev amacı ile giden bir şahsiyetin, hobi olarak tuttuğu günlükle oluşmaya başlamış ve bu şahsiyetin kişisel yaşamında uğradığı iniş ve çıkışların sebebinin, tıpkı bugün futbol sahasında rekabet halinde olan bu iki kulübün olduğu bir gerçektir.

O günlük ortaya çıkmadan önce Fuat Hüsnü Kayacan tıpkı bu iki kulübün öznel verilerle oluşturulmuş "çarpık" tarihlerine göre kimi zaman Fenerbahçeli, kimi zaman Has be Has Galatasaraylı ve çoğu zamanda Osmanlıyı sevmeyen ve İngiliz mandası müteşekkiri bir insandı.


O İngilizlere göre Bob, günlüğüne göre canı sıkılan bir adamdı.
Ama bu can sıkıntısı ile oluşturulmaya başlanmış günlükler "ezeli rekabetin" asıl şimdi başlamasına sebep olacaktı...

Yazının diğer bölümü Pazar günü(Yarın) blogda olacaktır.

23 Ekim 2009 Cuma

SB Derby Weekend

Herkese selamlar. Bir süredir kafamızda olan olayı harekete geçirdik. Mâlumunuz, bu hafta Fenerbahçe-Galatasaray maçı oynanacak ve gündemin rengi üç renkten oluşacak.

Stereotype Ball blog kadrosu olarak yazılarımızı bu derbiye kanalize ettik. Birçok tanınmış blog yazarı ve futbol yazarlarından bu derbiyle ilgili bizlere yazı yollamalarını istedik ve sağolsunlar bizi kırmadılar, yazılar yolladılar.

Sb Dery Weekend içerisinde bu hafta sonu yaklaşık 20-25 yazı olacak. Fenerbahçe-Galatasaray rekabetine dair tarihi notlar, olaylar, anektodlar ve daha niceleri hafta sonu bu blogda olacak.

Ulaşmadığımız ya da ulaşamadığımız blog yazarı arkadaşlar, varsa gönüllü olarak bize halen destek verebilir, bu konuda yazılar yollayabilirler.

İletişim için; stereotypeball@gmail.com

22 Ekim 2009 Perşembe

Football Quotes #33

"Hayatımda sadece üç şey var; Futbol, kadın, yalan. Ama ben bunların sadece ikisine sadığım." Trevor Francis

Trevor Francis, futbolun sahadaki Franz Kafkasıdır (!)

20 Ekim 2009 Salı

Cehennemde İki Devre

Bugün, henüz yeni keşfettiğim sitenin bir mottosu vardı; "Futbol ikinci dilimizdir."

Şu sayfada ya da başka bir ortamda İkinci Dünya savaşı hakkında bir hikaye veyahut bir olay yazsak, duysak herhangi bir serzenişte bulunmadan olayın bilinçaltımızdaki yansımalarından olsa gerek geçiştiririz. Ancak işin içine futbol ve yansımaları girince bilinçaltımız bunu bize farkettirmeden ayıklayıp bir çeşit argüman olarak sunar.

Size, Çanakkale savaşında ya da Balkan harbinde kaç kişi ölmüştür? diye sorsam, kendim dahil bunu bilecek kişi sayısının çok az olduğuna eminim. Ama soruyu; Balkan Harbinde kaç adet Fenerbahçeli oyuncu yaşamını yitirmiştir? diye sorsam bilinçaltımız bu argümanı bize ölümün futbolla alakası olmadığı halde ayıklayıp sunar.

Evet, ölüm futbolla ilgili bir mevzu ya da durum değildir. Ancak Dinamo Kiev takımı oyuncularının 1941 yazında yaşadıkları olay, dönemin gerçeklerini anlatması bir yana futbolun nelere kadir olduğunun da kanıtıdır.

Almanlar 1941 baharında Kiev'i işgal ettikleri sırada Ukrayna ligi çoktan tatil olmuştu. Üstelik, işgal sonrası dönemin önemli takımların oyuncularına Almanya futbol liglerinde oynaması şartıyla pasaport verileceği önerilmesine rağmen, Dinamo Kiev takımından kimse bu öneriyi kabul etmez. Dahası, Kiev takımı oyuncuları ve çalışanları Ukrayna'da Almanların kurduğu olağanüstü hal bölgesi mevkisinde angarya işlerde çalıştırılır. Kimi fiziğinden dolayı nakliye, kimisi fırın, mermi üretimi gibi işlerde çalıştırılır.

Alman nizamiyesindeki görev değişikliği sonrası yeni gelen Alman Yüzbaşı'nın futbola bakış açısı farklı olduğu için Dinamo Kiev takımı oyuncularının bu angarya işlerinden çıkarılıp Zenith stadında çalışabileceğini ve bu antremanlar sonunda Alman ordusunun kendi aralarında oluşturduğu takımlarla maç yapabileceğini belirtmesi üzerine Dinamo Kiev antremanlara kaldığı yerden devam eder.

Takım adını da Start olarak değiştiren Dinamo Kiev, Alman ordusu takımları ile yaptıkları maçlardan üstüste galip gelerek Almanların dikkati ve kibirini üzerlerine çekmiş ve tehditler almaya başlamışlardır. Alman ordusu üst yetkililerinden "yenilmeleri" konusunda tehditler alan oyuncular için son şans dönemin ünlü Alman takımı Lutwaffe Flakelf olacaktır. Ama Start takımı hızını bir kere almıştır. Lutwaffe Flakelf takımı da Ukrayna'dan eli boş dönmüştür.

Ve bu tehditlere karşı direniş gösteren Start takımı, Alman gizli teşkilatı Gestapo'nun gece yarısı kampa yaptığı baskınla Yahudi esir kampına götürülür. Ve burada takım oyuncularından Korotkykh uğradığı işkence sonrası hayatını kaybediyor. Esir kampındaki ayaklanmalar ve işkencelerden dolayı takım kaptanı Klymenko, Kuzmenko, Deniykz ,Trusevich gibi oyuncular hayatını kaybediyor. Takımdan sadece iki kişi hayatta kalıyor.

Yıllar sonra bu olay Cehennemde İki Devre adlı filme konu olup "bu güzel oyunun" nelere kadir olabileceği ve hangi kudret sahiplerinin "bu güzel oyuna" muktedirlik taslayabileceğini gösterip boğazımızda bir düğüm bırakmıştır.

Futbol ikinci dilimizdir...

Bad and Ugly Ep11

Ron "The Chopper" Harris, 20 yıl boyunca Chelsea formasını giyen ve Mavililerin gözünde efsane bir oyuncu olmasına rağmen bugün futbol kitaplarında "Tarantino kan efekti desenli" sayfalarda yer alması futbolun bir "gereği" , hatta ihtiyacı olur.

Öncelikle Chopper mâhlasının Amerikadaki anlamı gibi olmadığını, İngiltere'de argo anlamı erkek üreme organı olduğunu belirtmek lazım. Ansiklopedi ağzı ile konuşmaktan hazzetmem ancak bu mâhlasın Ron Harris'e verilmesinin sebebi çok açıktır. Londra'da oynanan ve maçtan daha çok hangi iki oyuncu ilk kırmızı kartı görür'ün tartışıldığı maç sırasında bahsi kapatan ve ben ölmedim mesajı'nı Norman Hunter'a veren Ron Harris, gayet tabi maçın 34. dakikasında kırmızı kartı görüp çıkarken Norman Hunter'ın da kırmızı kart görmesini engelliyordu. Çünkü maç sırasında Leeds United'ın kullanacağı korner sırasında direkt olarak Norman Hunter'a gider ve hakemin göremeyeceği şekilde sağ kroşe çıkınca Hunter yere yığılır. Yere yığılan Hunter'ın ağzına bir tutam çim vermeyi de ihmal etmeyen Harris'in yanına hakem yaklaşır.

Hakem aslında olayı görmez. Ama kırmızı kartı direkt olarak Harris'e verir. Bu olayın gecesi Leeds United'a giden Norman Hunter'a posta ile vibratör yollayan Harris, mesaj vermek için illaki atların kafasının kesilmemesini göstermiştir belki de. Ancak bu olay duyulduğunda onun lakabı hazırdır; "The Chopper"

Bu bağlamda, bugün Premier ligdeki hakemlerin sertliklere karşı toleransının bir orjinin bulunduğunu söyleyebiliriz açıkcası. Bilhassa 1960-1984 arası İngiliz takımlarının hücum hatlarıyla değil de savunma hatlarıyla övünmesi ve bunu orantılı güç kullanarak yapmaları tezimizi güçlendirir.

Ron Harris ile ilgili bir not da şudur; Chelsea kulübünden Brentford kulüne oldukça yatay bir geçiş yapmasının sebebi, Chelsea taraftarlarını bir bar kavgasında beyzbol sopası ile kovalayan Harris gerekçe olarak alkollü taraftarların kalçalarına imza attırmak isteğidir.

Lakabı(Chopper) ve kişiliği gereği bu ince nüktedan'ı anlamayan Harris, taraftarın gerçekten o bölgesine imza atmak istediğini sanar ve taraftarları kovalar. Ve bu olay sonucunda emeklilik sinyalleri verir.

Her ne olsa da, bugün bile Chelsea kulübünde en çok formayı giyen oyuncu olarak alkışı hak ediyor Harris.

Middlesbrough F.C. 1949-50

Hüseyin Ataş Stereotype Ball'da

Mâlumunuz, Türk futbol tarihi ile bilgim çok "kıt" ve ne yazık ki derin değil. Gayet tabi, bunun belli, başlıca sebepleri var. Misal; Türk futbol tarihinin orjini sayabileceğimiz Kadıköy F.C ile ilgili bir yazı yazmak için salt internet üzerinden araştırarak değil de bazı arşivlerden kitaplar çıkarabilmek gerekiyor. Açıkcası işin kolayına kaçmak daha cazip geldiği için ulaşması daha kolay bilgiler bu blogda oluyor.

Bu bağlamda, bu boşluğumuzu dolduracak bilgi ve birikimde olduğunu düşündüğüm sevgili kardeşim Hüseyin Ataş'ı blog kadrosuna dahil etmeyi uygun gördük karşılıklı olarak. Kendisini fazlaca tanıtmaya gerek ve beis görmüyorum. Çünkü Hüseyin, gerek çok sevdiği Adana Demirspor'a gerek Türk futboluna çok genç yaşına rağmen oldukça olgunluk ve büyüklükte katkılarda bulunuyor. Şüphesiz, yazılarına bu bloğun konsepti gereği devam edecek.

Kendisine hoşgeldin diyorum.

Zvonimir Boban ve İkiyüzlülüğümüz

Futbol garip bir oyun. Şu ortamda belki de onlarca kez futbolun içine siyaseti, dolayısı ile politikayı koyan kişi ve kurumlara bulunan nefretimizi belirtsek dahi, birgün bir futbolcu polise saldırdığında onu siyasi "ikon" haline getirebiliyorsak, illaki ironi oluşturma çabamızdan değil "ikiyüzlülüğümüzden" kaynaklanır.

Livorno, Demirspor maçında "Endüstriyel spora ve dolayısı ile Endüstriyel futbol'a" karşı durumumuzdan dolayı saf tutup, maç sonrası medya kuruşları ve sponsorlar bize yüz vermedi demek bu ikiyüzlülüğümüzü perçinlemez, ama iç kaygılarımızı harekete geçirir.

Zvonomir Boban'ın Kızılyıldız-Dinamo Zagreb maçında kavga ettiği polis, Zagrep taraftarı ve tipik bir Yugoslav komünisti olmasına rağmen bugün polisin değil de Zvonomir Boban'ı konuşuyorsak bir sebebi olmalı.

Aynı Boban'ın Yogoslavya dağıldığında apar topar Milano kulübü Milan'a kaçması bir yana, uçan tekme yiyen polisin iki yıl boyunca Hırvatistan'da hapis hayatı yaşaması da bizim maskemizi düşürmez. Çünkü biz alışkınızdır bu duruma.

Sevmez isek kanalı değiştiririz.

Aynı polisin hapisten çıkınca Boban'a "Benim suçum yoktu" minvalinde yolladığı mektuptan haberimiz yoktur. Çünkü Boban'ın bu olaydan dolayı Yugoslav mahkemelerine açtığı ve kazandığı tazminat davası parasından olma lokantası ile ilgileniriz.

Yetmezmiş gibi, yine aynı sayfalarda "Komünizm'in işlevsel olarak doğu bloğu ülkeleri futboluna mükemmele yakın hizmeti bulunmuş" der, ordu'nun bu ülkelerde futbolu kana buladığından şikayetçi oluruz.

Lucarelli gol atıp klasikleşen hareketini yaptığında öyle seviniriz ki Boban'ı unutmuşuzdur çoktan. Ama oligark ülkenin bir başka oligark takımına gittiğinde unuturuz onu. Yine aynı çağda Mussolini'nin takımına gittiğinde onu "sıradan" futbolcu olarak görürüz. Ama gösteri dünyasının adamı içine kapanmayıp Livorno'ya dönünce Kral döndü! nidalarını bürünürüz.

Aynı Livorno'nun Militar servis sermayesinden çıktığını görmez, Liverpool'un hükümet yanlısı kömür fabrikaları sendikasından çıktığını bilmez, Bilbao kulübünü'nün ulusçu milis paraları ile dönmeye başladığını hissetmeyiz.

Kral Alfonso, Franco, Mussolini, Pekhart, Marx deriz.

Ama "ikiyüzlülüğümüz" bize dem vurmaz;

Çünkü beğenmez isek bu sayfayı kapatırız.

Enstantane #22

15 Ekim 2009 Perşembe

...

.... (Yorumlar, halihazırda hakkında savcılıkta suç duyurusu bulunan malum şahsın, gerçek yüzünü gösteren eleştiriler ve ne idüğü belirsiz "adsız" yorumlar yollamasından mütevellit silinse de, konu ile ilgili yazı ise bu blogda malum şahısın adını kelam niyetine bile saymak istemediğimizden değil; interaktif sayfalarda ününün çoğalıp kendini bir çeşit "fenomen" sanmasını engellemek için silinmiştir.)

14 Ekim 2009 Çarşamba

133

Futbol kulüplerinin başına olaylar, felaketler gelmiştir de, ciddi ölümler ve talihsizlikler dışında C.F Monterrey kulübünün başına gelenler gerçekten "kadersizlik". Muhakkak ki Torino ve Manchaster United'ın başına gelen uçak kazaları tarihte en çok konuşulan ve unutulmaya çalışılan bir olay olsa da, Meksika gibi futbolun ününü yurt dışına bir türlü satamamış bir ülkenin futbol kulüplerinin başına olaylar, hadiseler gelmiştir ve pek duymamışızdır. Nitekim Monterrey kulübünün başına gelen olay gibi.

Şahsen bu olayı bile herhangi bir yerde okumamış olmamama rağmen Monterrey kulübünün 1945-46 sezonunda yediği tam 133 golün (maç başına 4.4) nasıl başarıldığına göz gezdiriyorken nihai sonuca vardım.

Çünkü Monterrey kulübü 15 Eylül 1945 günü Guadalajara'ya Oro takımı ile maç yapmaya giderken bir benzin istasyonunda durur. Benzin istasyonunda çalışan dikkatsiz biri sigarasını söndürmeden yere atınca istasyon ve otobüs birden alev alır. Oyuncular çıkan bu alevden kendini kurtarmaya çalışırken istasyonun da alev alması sonucu 3 Monterrey kulübü oyuncusu yanarak ölür, 7 oyuncu ise çok ciddi şekilde yaralanır. Bir daha da futbol oynayamazlar.

Nitekim bu olaydan sonra Meksika liglerindeki tüm takımlar büyük bir vefa örneği göstererek kendi belirlerdikleri oyuncuları Monterrey'e iki senelik kiralama teklifi yollarlar. Monterrey bunu kabul etmez ve o sezon tam 133 gol yerler.

Enstantane #21

Dip-not: Bobby Robson ve arkadaşları Meksika 70' için gittikleri Meksika'da çeyrek final öncesi stres atıyorlar.

Legend; Luis Suarez

France Football'un 50 yılı aşkın süredir verdiği Ballon D'or, nam-ı diğer Altın Top ödülü bügüne kadar 18 farklı ülkeden onlarca farklı oyuncuya gitti. Ödül pek çok kez İspanyol kulüplerinde oynayan oyunculara da verilmesine rağmen, 1956 yılından beri verilen ödül şu ana kadar sadece bir kez İspanyol bir oyuncuya verildi. İşte bu isim Helenio Herrera yönetiminde 60'lı yıllarda Avrupa'yı kasıp kavuran Inter'in efsane isimlerinden Luis Suarez'den başkası değildi.

Tarihler 2 Mayıs 1935'i gösterdiği gün La Coruna'da bir Galiçyalı olarak dünyaya gelir Luis Suarez. Bezlerden yapılmış toplarla La Coruna sokaklarında koştururken İspanya futbol tarihinin en unutulmaz oyuncularından biri olacağından da habersizdir Suarez. Henüz scoutların sokakları didik didik ettiği yıllar gelmemiştir ve kulüpler en öz kaynaklarından beslenmektedir. Suarez de ya Deportivo La Coruna tarafından keşfedilecektir ya da kendisine başka bir yol çizmek zorunda kalacaktır. Toprağın üstüne yakın bir maden gibi göz önündedir yeteneği ve keşfedilmesi de uzun sürmez.

1949 yılında Deportivo'nun kapıları açılmıştır genç yeteneğe. 4 yıllık genç takımlar macerasından sonra, artık sahaya çıkacak kıvama geldiğine kanaat getirilmiştir genç oyuncunun. La Liga'da ilk maçına 6 Aralık 1953'te Barcelona karşısında çıkar. Hiç de iyi bir başlangıç olmamıştır Suarez için. Deportivo sahadan 6-1 mağlup ayrılır. Sezonun geriye kalanında 13 maça daha çıkar La Liga'da ve 3 gol kaydeder. Sezon sonunda ise çok önemli bir teklifle karşı karşıyadır Deportivo ve Suarez. İlk La Liga maçında karşısına çıktığı Barcelona transfer etmek istiyordur Suarez'i. Daha tam bir sezon bile Deportivo forması giyemeden kendisini Katalunya'da buluverir. Ancak Barcelona formasını giymesi için henüz erkendir. Klasik tabirle pişmesi ve takımda düzenli olarak forma giymesi için 1955/56 sezonuna kadar Barça'nın rezerv takımı CD Espana Industrial'da forma giyer. 7 sezon kalacağı Barcelona'da 2 La Liga, 2 Kupa, 2 de UEFA Kupası (Inter-Cities Fair Cup) şampiyonluğu yaşayan Luis Suarez, kariyerinin zirvesine 1958-60 yılları arasında takımı çalıştıran Helenio Herrera yönetiminde ulaşır.

1959 yılında hem lig hem de kupayı kazanan Barcelona, 1960 yılında ise hem lig hem de UEFA kupası şampiyonluğuna ulaşırken, Luis Suarez de France Football tarafından Avrupa'da yılın oyuncusu (Ballon d'Or) seçilir. Luis Suarez bu ödülü alan ilk İspanyol olur. Ertesi sezon Barcelona ile Suarez'in başarılı grafiği sürer. Şampiyonlar Ligi'nde finale çıkan Barcelona'nın rakibi Benfica'dır. Barcelona maçı 3-2 kaybederken, Katalan takımındaki kariyerinin sonuna gelen Luis Suarez'in tek tesellisi kupada Real Madrid'i saf dışı bırakmış olmalarıdır. “Barcelona kariyerimin hatırlamak istemediğim tek günü” dediği final Suarez'in oynadığı finaller içerisinde tek kaybettiği finaldir de aynı zamanda.

Ancak bu kayıp Luis Suarez'in içinde birşeyler ispat etmesi gerektiği gibi bir his uyandırır. Helenio Herrera Barcelona'dan sonra soluğu Milano'da Inter'in başında almıştır. Henüz Avrupa'da ismi çok fazla duyulmamış olan Inter'in hedefinde Herrera'nin eski öğrencisi Suarez vardır. Günümüzde bu biraz kırılmış olsa da o dönemde İspanyol oyuncuların yurtdışında oynaması alışılmış bir durum değildir. Futbolu bıraktıktan sonraki dönemde “Kendi ülkem dışında da başarılı olacağımı ispat etmek istedim.” diyen Suarez 250 milyon İtalyan Lireti (142 bin euro) karşılığında Inter'e transfer olur. Bu aynı zamanda dönemin transfer rekorudur ve Suarez'i Dünya'nın en pahalı futbolcusu yapmıştır. İtalyan Ligi savunması ile ün salmış, takımların atmaktan önce yememek için oynadığı bir ligtir. Suarez ise tamamen farklı bir mentalitenin hüküm sürdüğü bir ligden gelmiştir İtalya'ya. İspanya'da skorer bir orta saha oyuncusu olan Suarez'in takıma kendini adapte etmesi için oyununda bazı degişiklikler yapması gerekir. “ Geriye dönüp baktığımda çok başarılı olduğumu görüyorum. Çünkü sevdiğim oyun için pek çok fedakarlik yaptım.” sözleri, Suarez'in başarılı olmak için elinden geleni yaptığını da ortaya koyması açısından önemlidir.

Helenio Herrera yönetiminde Suarez'li Inter “La Grande Inter” efsanesini yazmaya başlamıştır. 1964 yılı Suarez için hayatının en unutulmaz dönemlerinden biridir. Inter Şampiyonlar Ligi finalinde Real Madrid'i 3-1 ile geçerek Avrupa'nın en büyüğü olurken, eski Barçali Suarez de Real Madrid'i yenmenin zevkini bir kez daha yaşar.

Sezon daha bitmemiştir. İspanya'nın evsahipliğinde yapılacak bir Avrupa Şampiyonası vardır. İspanya genç ama potansiyeli olan, kararlı, hırslı oyunculardan kuruludur. En iyi İspanya milli takımı olmamalarına rağmen, takım olarak ortaya koydukları futbol ile seyircileri önünde kupayı kaldırırlar. Bu İspanya'nın kazandığı ilk uluslararası turnuvadır. 2008 yılına kadar da tek turnuva olarak kalır. 1961-1970 yillari arasında giydiği Inter forması ile 328 maca çıkan İspanyol oyuncu, 55 gole de imza atarak, kazanılan 3 Seri A, 2 Sampiyonlar Ligi ve 2 de Kıtalararası Kupa'da en büyük pay sahiplerinden biri olur ve Inter'in en başarılı döneminin efsane oyuncuları arasına girer.

Inter kariyerini 1970 yılında noktalayan Luis Suarez, daha sakin günler geçireceği ve emeklilik günlerine hazırlanacağı Sampdoria kariyerine başlar. 3 yıl daha futbol oynadıktan sonra yeşil sahalara veda eder.

Pek çok yetenekli oyuncu gibi Suarez de şansını teknik direktörlükte denemeye karar verir. Teknik direktörlük kariyerine efsane olduğu Inter'de başlayan Suarez, degişik dönemlerde 3 kez mavi-siyahlı takımın başına gelir. Bir dönem İspanya Milli takimi ve Deportivo La Coruna gibi takımları da çalıştıran Suarez, “Hocalığı oyunculuk kadar iyi yapamadım. Ben daha çok oynamak için yaratılmışım.” diyerek hocalıkta başarısız olduğunu kabul edecek kadar da kendini eleştirebilecek birisidir.

Kariyeri başarılar ile dolu Luis Suarez iki kez yer aldığı (1962 ve 1966) Dünya Kupası'nı kazanamamanın eksikliğini hala içinde taşıyor. Suarez'in eksikliğini duyduğu bir başka sey ise Barcelona'yı calıştıramamış olması.

Ballon d'Or ödülü konusunda da oldukça mütevazi davranıyor Luis Suarez. “Bir çok İspanyol oyuncu bu ödülü kazanmayı haketti. Şans biraz yanınızda ise ve iyi oyuncular sezonu çok da iyi geçirmedilerse bu ödülü kazanıyorsunuz. Ödülü kazanamayan pek çok harika oyuncu var. Çok da önemli değil.” diyen Suarez, gördüğü en iyi oyuncunun ise Alfredo di Stefano olduğunu söylemekten çekinmiyor. Hala Inter kulubünde ceşitli görevlerde bulunan 74 yaşındaki Luis Suarez, kazandığı onca başarıya rağmen ortaya koyduğu insan figürü ile saygıyı hakediyor.

Stereotyped from Enes Özbey