25 Ekim 2009 Pazar

Rekabet 100 Yaşında; Kirli ve Yorgun

Bundan tam 100 yıl önceydi sarı-kırmızı ve sarı-lacivert formaların ilk kez karşı karşıya gelmesi. Bu formaları giymiş gençlerin, ülkenin en önemli rekabetinin ateşini yakmaları. Elbette farkında bile değillerdi, 17 Ocak 1909 günü Union Club (Papazınbağı Çayırı) sahasındaki ilk karşılaşmalarının üstünde tam yüz tane yılın sulayacağı bir rekabetin yeşereceğinden. Ve bu rekabet ateşinin geçen yüz tane sene içinde giderek büyüyeceğinden.

Bilemezlerdi. Hatta hayal bile edemezlerdi o an nasıl büyük bir ateşi bu ülkenin topraklarında harlandırdıklarını. Hayat basitti onlar için. Hem de çok basit. Onlar için sene 1324’tü. Aylardan ise kanunisani, yani ikinci kanun. Günlerden de Pazar. Oynadıkları şeye futbol deniyordu. Onlar da İngilizler, Rumlar gibi futbol oynamak istiyorlardı. O kadar.

Deseydi ki onlara birisi, “bundan tam yüz sene sonra, İstanbul’da bir adam sizin için “ilk maçlarını 17 Ocak 1909 tarihinde oynadılar” diye yazacak.” Şaşarlardı o an, “ocak” da ne demek oluyor diye. Bir de Frenk takvimine ne zaman geçildiğini, ne zamandan beri bin üç yüz bilmem kaç yerine bin dokuz yüz bilmem kaç denmeye başlanıldığını merak ederlerdi.

Ve de denilseydi ki onlara, “bundan tam yüz sene sonra milyonlarca kişi sizin giydiğiniz formanın rengini kutsal kabul edecek.” Ve de “binlerce, hatta onbinlerce kişi sizi izleyecek her hafta” diye. Şaşarlardı, kendilerini o gün orada izleyen 25 kişinin seneler içinde nasıl da arttığına.

Bu ilk maça Galatasaray’ın ve Fenerbahçe’nin hangi takımla çıktığı bilinmiyor. Bilinen bu ilk maçı Galatasaray’ın 2-0 kazandığı. Sol açığı Emin Bülend’in attığı iki golle.

İlk-takım

Galatasaray o dönem, Fenerbahçe başkanlarından Tevfik Haccar Taşçı’nın deyimiyle, Türkler’i üzüntüden kurtaran takım. Futbol oynamaya meraklı Müslüman gençlerin gıptayla baktıkları takım.

(Niçin? Çünkü Galatasaray yıllar boyu İngilizler’e, Rumlar’a, vesaireye serbest olup da Müslümanlar’a yasak olan futbolu oynamak için her türlü zorluğa karşı çıktığı için. Müslümanı, Rumu, Bulgarı, Sırpı, Karadağlısı, Yahudisi, Ermenisi… Mektepte bir arada okuyan bir avuç gencin, okul bahçesinde birlikte koşturdukları futbolu niçin mektep duvarları dışında da oynayamayacaklarını bir türlü kabullenemedikleri için… Futbol denen bu oyunu başka milletlerden insanlarla oynamalarının niçin yasaklandığını bir türlü anlamak istemedikleri için.)

Fenerbahçe ise her ne kadar iki yaşına basmaya da hazırlansa, daha yeni yeni 11’ini oluşturma gayretinde. En iyi topçusu, eski Galatasaraylı Kulaksızzade Galip Bey. Diğer oyuncuları o vasıfta değil henüz. Fenerbahçeli gençlerin o güne kadar oynadıkları en ciddi maç da bu. (Moda maçı pek sayılmaz çünkü.)

Kolay mı başa çıkmak Hasan’la, Hüseyin’le?
Kolay değildi dönemin en iyi hücum bloğuna sahip Galatasaray’la başa çıkmak. Kolay değildi Hasan, Hüseyin, Horace Armitage, Fuat Hüsnü ve Emin Bülend’den oluşan bu “muhacim”, yani hücumcu hattına galebe çalmak. Yenildiler sessizce. O sezon, o zamanki adıyla Konstantinopolis Futbol Ligi’nde eskilerin deyimiyle “birinci çıkacak” Galatasaray karşısındaki bu yenilgi normaldi onlar için.

Maç bitti, herkes evine, mektebine dağıldı. Galatasaray için Futbol Ligi’nde oynayacakları İmojen, Moda, Kadıköy ve Elpis gibi “yabancı” takımlarla mücadele edebilmek için iyi bir idman olmuştu bu maç. Fenerbahçe açısından da gidecekleri, kat etmeleri gereken mesafeyi göstermesi itibariyle önemli bir kilometre taşı.

Sonra neredeyse tam bir yıl sonra yeniden karşılaştılar, 9 Ocak 1910, Pazar günü. (Sene 1325 olmuştu, aylardan ise bu kez birinci kanun. Günlerden 27.) Bu kez resmi bir karşılaşmaydı yaptıkları. Bu maç, iki Türk takımının 1904’te kurulan Konstantinopolis Futbol Ligi’nde ilk kez karşılaşması anlamına geliyordu.

Ne kadar da hızlı değişiyordu hayat. Çok değil, bundan tam altı yıl önce Müslümanlar’ın bırakalım bir takım kurmayı, toplu halde futbol oynamayı bile akıllarına getiremedikleri günler, seneler ne de eskilerde kalmıştı.

Sonra bu senenin üzerinden bir tane daha geçti. Bunun da üzerinden bir tane daha. Bir tane, bir tane daha. Savaşlar çıktı. O gençlerin bir kısmı askere gitti, onların yerlerine yenileri geldi. Adları değişti, giydikleri futbol potinlerinin şekilleri değişti, sahalar değişti. Yeni bir sahaya daha kavuştular tribünleri olan. Kendilerini seyredenlerin sayısı yükseldi. Hatta arada bir tezahürat bile yapmaya başladılar bu seyirciler. Onları sevenlerin sayısı çığ gibi çoğaldı.

Değişti de değişti her şey. Bir şey hariç. Giyilen formanın rengi, arması ve bunlara duyulan sevgi ve aşk. Bunun dışında her şey değişti yüz yıl içinde.

En önemlisi birbirlerine duydukları saygı, muhabbet değişti. O azaldı işte. En değişmemesi, azalmaması gereken şey.

Oysa ki Fenerbahçe’nin yani Müslüman ve Türk, başka bir takımın kuruluşunu büyük bir sevinçle karşılamıştı Galatasaray. Kulaksızzade Galip bey, izin istemişti Galatasaray’ın Reisi Ali Sami Bey’den, “gitme derseniz gitmem” diye. İzin çıkmıştı Reis’ten, “deli misin” kabilinden. “Git ve onlara yardım et” demişti Reis.

Dönem geldi Galatasaray Reisi Ali Sami Bey’le, Fenerbahçe Umumi Kaptanı Galip Bey, yabancı takımlara karşı oynamak için birleşme kararı aldılar. Galatasaray’ın lokali yokken bir ara, Fenerbahçe’nin lokalinde çalıştı Ali Sami Bey. Kadıköy’deki Union Club sahasında oynanan maçlardan sonra Fenerbahçe lokalinde duş aldılar Galatasaraylı futbolcular. Taksim Stadı’ndaki maçtan sonra da Fenerbahçeliler yaptı aynısını Galatasaray lokalinde.

Elbette vardı o zaman da siyasetin spor, kulüp, özellikle de çok sevilen futbol üzerindeki etkisi. Ama sanki 1950’den sonra Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle daha bir içiçe girdi politikayla futbol. Böylece çürüme biraz daha sardı bünyeyi, spor ahlâkı daha bir unutuldu.

Türkiye’nin ilk futbolcusu Fuat Hüsnü Kayacan, futbolun antik çağındaki sporcular ve yöneticilerle 1950’li yıllarınkini karşılaştırdıktan sonra şu hükme varıyordu: “İdareciler bile kulüplerini basamak olarak kullanıyorlar, renklerini istismar ediyorlar. Bu söylediklerim acı bir gerçek maalesef. Bütün bu gerçeklere rağmen halen en seviyeli kulübün Galatasaray olduğu da inkâr edilmez bir gerçektir. Fenerbahçe de eskiden Galatasaray’dan farksızdı.”

Sevinmek ya da sevinmemek

Şöyle bir soluklanıp üzerinde düşünülesi bir söz değil mi Fuat Hüsnü Kayacan’ınki? Hem de ne düşünülesi. Onunkisi ne büyük bir itham aslında, altmış senelik bir gözleme dayalı. Üzücü.

Bundan da üzücü bir şey daha var. Fuat Hüsnü Kayacan’ın değersiz gördüğü 1950’ler, 1960’lar, şu an bizim için futbolun masumiyet çağı kıymetinde. Varalım son kırk küsür senedeki çürüme ve yozlaşmayı birlikte hesap edelim. (Ayrıca sevinelim Fuat Hüsnü Kayacan bugünleri görmedi diye, keşke bugünleri de görse diye üzülmek yerine.)

Fazla uzatmaya gerek yok sözü. Çünkü Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti ne milliyet, ne din, ne de sınıf çatışmasına dayalı bir rekabet aslında. İspanya’daki Barcelona-Real Madrid gibi, İskoçya’daki Celtic-Glasgow Rangers gibi, ya da Arjantin’deki River Plate-Boca Juniors rekabeti gibi.

Tertemiz bir spor ahlâkına dayalı olarak başladı bu rekabet tam yüz sene önce. Üstelik de bir dayanışma duygusuyla. Bu yüzden de hiç gerek yok ülkenin en eski rekabetine gerçeküstü anlamlar yüklemeye, onu kendinde olmayan öğelerle mitleştirmeye. Hele hele kirletmeye.

İlk kurucular da kuşkusuz böyle düşünüyorlardı. Bu yüzdendi Ali Sami Bey’in, Fenerbahçe’nin 25’inci yılı kutlanırken düzenlenen kortejde Fenerbahçeli yöneticilerle birlikte en ön sırada yürümesi. Bir arka sırasına da sonranın Galatasaray Spor Kulübü Başkanı olacak Suphi Batur’u alması.

Acaba şimdi birbirlerine küfür eden bu insanlar, yıllar yıllar önce bu ülkede, 19 Mayıs, 23 Nisan gibi, bir Fenerbahçe-Galatasaray Bayramı’nın bulunduğunu biliyorlar mı acaba? Bu bayramın her sene her iki kulübün bütün alanlarındaki ekiplerinin yaptıkları karşılaşmalar ve yarışlarla kutlandığından haberdarlar mı? Bunu bilseler utanırlar mı acaba, biz niçin bu günleri şimdi bir bayram olarak kutlamıyoruz diye? Ne oldu da biz bu temiz şeyi bu kadar kirlettik diye hayıflanırlar mı?

Hiç sanmam.

Yıl 1923’tü. Daha Cumhuriyet ilan edilmemiş. 9 Mart’ta Taksim Stadı’nda oynanan lig maçında Fenerbahçe Galatasaray’ı 4-0 yenmişti. Maçtan sonra her iki takımın yöneticileri ve futbolcuları o zamanki adıyla Cadde-i Kebir’deki (İstiklal Caddesi) Chat Noir Pastanesi’ne gitmişlerdi. Birlikte oturup çay içmek için. Birkaç hoş sohbetten sonra dönemin Galatasaray Genel Kaptanı Emin Bülend Bey söz almış, iki kulüp arasındaki yapıcı rekabeti övmüştü. Sporun güzelliğine sözü getirdikten sonra kazandığı galibiyetten dolayı Fenerbahçe’yi kutlamıştı.


Emin Bülend Bey’in bu sözlerden sonra ne goller hatırlanır olmuştu, ne de sahadaki mücadele. Akıllarda kalplerde kalan tek şey Emin Bülend Bey’in, sporun, spor ahlâkının tam kalbinden gelen o sahici sözleriydi. Sahi kimdi o Emin Bülend, Fenerbahçe’yi kutlayan?

Fenerbahçe’ye ilk maçta iki golü de atan Galatasaraylı’ydı o. Ali Sami ve Asım Tevfik Beyler’le birlikte Galatasaray’ı kuran insan. Mustafa Kemal’in şiirlerini ezbere bildiği bir şairdi o. Kimse ondan daha iyi bilemezdi Galatasaray’ı. Kimse ondan daha iyi anlayamazdı Fenerbahçe rekabetini. Şövalyeliğin ne olduğunu. Şövalye kalmanın zorluğunu.

Şimdi aramızdan birisi bir söz daha getirip asabilir mi Emin Bülend Bey’in sözünün yanına? Asamaz. Asamamalı. Ama burası Türkiye. Burası varoluşlarının biricik nedenini sadece kulüp sevgisiyle açıklamaya çalışan insanların ülkesi. Burası rekabetin hayatta kalma motiflerinden sadece birisi olduğunu unutup, bir canlının ayakları üzerinde dikilmesi için tek şey olduğunu sanan insansıların ülkesi.

İşte bunlar yüzünden, 17 Ocak 1909’da dokunmaya başlanan bu temiz bembeyaz rekabetin yüz tane sene içinde her geçen yıl daha da kirlenmesi. İşte bunlar yüzünden, o eski sarı-kırmızı ve sarı-lacivert güzel insanları unutmamız. Ali Sami Yenler’i, Emin Bülend Serdaroğlular’ı, Asım Tevfikler’i, Fuat Hüsnü Kayacanlar’ı, Galip Kulaksızlar’ı, Sait Selahattin Cihanoğlular’ı, İsmet Uluğlar’ı. Ve yüz seneye sığmayacak birçok güzel insanı.

Sonra? Sonrası sessiz bir çığlık sadece. Rekabetin 100’üncü yılının bir bayram havasında kutlanması gerektiğini haykıran. Yüreği burkan bir fotoğraf.

(Başta bugünkü kulüp yöneticileri olmak üzere, medya yöneticileri, çalışanları ve bu iki kulübün milyonlarca sevdalısı tarafından değiştirilmesi gereken bir fotoğraf bu.)

Sonrası? Attila İlhan’ın yıllar önce dediği gibi. “Şimdi hicrana düştük bugün… Elde var hüzün.” Evet hüzün. Evet isyan yerine.

Görüp izleyeceğiz. Rekabetin 100’üncü yılını bir bayram havasında kutlanılması gerektiğini haykıran çığlığın ne kadar ıssız kalacağını. 100 yıl önce çekilen o güzel fotoğrafın önümüzdeki dönemde daha da solacağını.

Stereotyped From Melih Şabanoğlu

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Böylesine güzel bir yazının bir yorum bile almaması üzücü değil mi?ellerine sağlık stereo..